7 Haziran 2008 Cumartesi

Tarih Her Sabah Yeniden Yazılır, Makaleler, Literatür Yayıncılık, Ekim 2007



Arka Kapak Yazısı:

Eşitlikçi bir dünya, savaşsız bir gelecek için yola çıkmışlardı. Ancak bu zorlu yolda özellikle 1960 ve 1970 kuşağı kıyımlardan geçti. Ömürlerini darağaçlarında, yıllarını demir parmaklıklar ardında, sürgünlerde bıraktı. İhanetler gördü. Yenilgileri, ölümleri, yiten yılları "tarihin sonu" ilan edildi. Zor bir yol ayrımında yitip gidenlerin yanı sıra, ütopyalarından, daha güzel bir dünyaya dair hayallerinden vazgeçmeyenler de oldu. Tarihin zoru yaşattığı bu döneme tanıklık etmiş, yaşamış ve ütopyalarından vazgeçmemiş Deniz Kavukçuoğlu'nun, sosyalizm, Marksizm, ulusal sol ve döneklik üzerine yazılarını bulacaksınız bu kitapta.

"Bu acılı dünyada tek başımıza kalsak da ütopyalarımızdan, daha güzel bir dünyaya dair hayallerimizden vazgeçmeyelim" diyor Kavukçuoğlu. Dönekliğin bile kimliksizleştiği günümüzde, siyasi keşmekeşin, bulanıklığın içinde bize gerekli olan gerçektir. Gerçeği arayan, toplumun sorunlarına duyarlı bir kalemden çıkmış yazıları, bir öykü tadında okurken aynı zamanda yakın tarihte geçen olaylarla ilgili belleğinizi de tazeleyeceksiniz.

Unutmayalım ki, tarih her sabah yeniden yazılır. Sonu yoktur tarihin, insanlık yaşadıkça da gelmeyecektir.

İnsan Suretleri, Makaleler, Literatür Yayıncılık, Ekim 2007

Arka Kapak Yazısı:

Deniz Kavukçuoğlu İstanbul yılları ve zorunlu Almanya yaşamında birçok insan tanımış. Bu renkli yaşamda derin dostluklar, köklü arkadaşlıkların yanı sıra, kalleşlikler, ihanetler, kötülükler de görmüş. Yaşamına giren insanların kendisine kattığı zenginlikle kaleme almış İnsan Suretleri'ni. İçlerinde ünlü olanlar da, adı hiç duyulmamış olanlar da var. Okurken bu topraklarda yaşayan insan dokusuna da tanıklık edeceksiniz. Bu öyle bir doku ki, hem biri diğerine benzemez, hem aynı toprağın kokusunu getirir size.
Kavukçuoğlu, çocukluğunda kalan insanları anlatırken bile, aradan yıllar geçse de derin bir gözlem yeteneği ile sezdirmeden insan sevgisinin güzelliğini getirir, koyuverir önünüze. Kelimelerle insan resmini çekerken, derin bir kültür birikimine sahip, yaşamı seven, hayatın değişik alanlarıyla ilgili, her konuda söyleyecek derin lafı olan objektif bir yazar bulacaksınız bu resimlerin ardında.
Suret ruhun aynasıdır. Marifet gizli kalanı o surette görmek, görüp de anlamaktır.

Zarife, Roman, Doğan Kitap, 2003, 2. Basım (Tükendi)

Semih Gümüş:
"Deniz Kavukçuoğlu, Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı? anı kitabıyla araladığı edebiyata Zarife'yle tam giriş yapıyor. Yazınsal değerinden kuşku duyulamayacak anılarından sonra onun bir romana hazırlandığını düşünüyordum. Zarife bu beklentiye bir karşılık olabilir. Bir uzun öykü Zarife. Gelecekle ilgili özlemlerini gerçekleştirmek için yolunu değiştiren Zarife'nin öyküsü. Genç bir kadının toplumun kıyısında yaşamak için ödediği bedel, yalın bir dil ve anlatım biçimiyle anlatılıyor. Kolayca harcanabilir bir hayat, cilalanmış sahteliklere inat, dirençle, yalansız dolansız yaşanıyor. Zarife'nin, başından sonuna dek bir solukta, merakla okunabilmesinde yazınsal değerinin de elbette payı var.
Feridun Andaç:
"Zarife, bir rastlaşma/yüzleşme/düşüş öyküsü. Toplumsal yapıdaki değişimin yansılarını getiren bir tanıklık da diyebiliriz. Toplumun dilsizleşme, çözülme sürecinin bireyin dünyasındaki altüst oluşla başlayan serüvenine tanıklık... 2000'ler Türkiyesi'ne tutulan bir ayna. Oluşturulmaya çalışılan 'yeni değer'lerin 'ne' olduğunu gösteren, bunları da yalın bir biçimde anlatan Kavukçuoğlu, içtenlikli bir anlatımla 'seçilen' hayatların arkasındaki dramı sergiliyor. Abartısız, gözlemci, gerçekçi bir bakışın ürünü Zarife, klasik edebiyat duygusunu her an hissettiren bir duyarlılıkla işlenmiş. Bireyin, toplumun yüzleşmesine tutulan bir ayna. İlişkiler yumağında toplumun çözülen yanlarına eleştirel bir bakış... Düşenler, düşkünlerle yükselenlerin öyküsü... Orhan Kemalvari bir bakış, anlatımla başarılı bir öykü evreni kuruyor, Deniz Kavukçuoğlu."
***
Nuri Dikeç, Genç Hürriyetim, 18 Ağustos 2002
Beykoz'un bir gecekondu mahallesinde gelişen özlemlerine kavuşmak için yolunu değiştiren bir genç kızın öyküsü Zarife... Son dönemler Türkiye'sinin, daha doğrusu büyük kentlerde sıkça karşımıza çıkmaya başlayan cilalanmış yaşamların, sahte yükselişlerin ve yalansız-dolansız sevgilerin nasıl da mahalle aralarında terk edilişinin romanı.
"Yedi yıl sonra bir gece televizyon kanalları arasında dolaşırken ekranda, bir magazin programında görmüştüm onu. Kısa otomobil yolculuğumuzda sözünü ettiği, merak ettiğini, gidip eğlenmek istediğini söylediği Etiler'in adı çok duyulan, tuvaletlerinde esrar, hap, kokain pazarlandığı söylenen lüks mekânlarından birinde bir masanın üzerine çıkmış, dans ediyordu. Kendinden geçmişti... O masum yüzü yedi yılda on yedi yıl yaşlanmıştı sanki, ama çizgileri hiç değişmemişti. Herhalde artık köprü başlarında 'otostop' yapmıyor, Beykoz sırtlarında oturmuyor, o deri eşya mağazasında tezgâhtarlık yapmıyordu. Ekrandaki görüntü değişince düşünmüştüm... Başka bir yaşam seçiminde kim bilir şimdi nerede olurdu bu genç kadın? Bunu kendisine sormak isterdim doğrusu, ama soramayacağım. Yaşadığımız hayatlarda yollarımız hiç kesişmeyecek çünkü...
Zarife, bu yazıyı okuduktan bir hafta sonra aramıştı Bülent Serdar'ı. Yazıyı Mersin'de bir otelde okumuştu. Bir akşam geç vakit yemekten döndükten sonra resepsiyondaki görevliden 'bakacak bir şeyler' istemiş, sağı solu arayıp da genç kadının istediği türden bir 'şey' bulamayan delikanlı, 'İsterseniz bunu vereyim...' diyerek kendi gazetesini uzatmıştı ona. Odasında, yatakta gazeteyi karıştırırken karikatürlerin bulunduğu sayfanın sağ üst köşesindeki başlıkta kendi adını görünce meraklanıp okumuştu o yazıyı. İstanbul'a dönünce gazeteye telefon edip, Bülent Serdar'la konuşmuş, karşılıklı görüşmek istediğini söylemişti. Haftanın birkaç günü akşamüzerleri uğradığı bir pastaneyi önermişti gazeteci: 'Eğer sizin için de uygunsa, yarın Taksim'de, The Marmara Oteli'nin altındaki kafede buluşabiliriz, saat 16.00'da..."
Deniz Kavukçuoğlu'nun kaleminden, Doğan Kitap tarafından yayımlanan Zarife, önemli edebiyat adamı Feridun Andaç'ın deyişiyle de, bir rastlaşma/yüzleşe/düşüş öyküsü. Ya da toplumsal yapıdaki değişimin yansılarını getiren bir tanıklık. Ve devam ediyor Andaç: "Oluşturulmaya çalışılan 'yeni değer'lerin 'ne' olduğunu gösteren, bunları da yalın bir biçimde anlatan Kavukçuoğlu, içtenlikli bir anlatımla 'seçilen' hayatların arkasındaki dramı sergiliyor. Abartısız, gözlemci, gerçekçi bir bakışın ürünü Zarife, klasik edebiyat duygusunu her an hissettiren bir duyarlılıkla işlenmiş. Bireyin, toplumun yüzleşmesine tutulan bir ayna. İlişkiler yumağında toplumun çözülen yanlarına eleştirel bir bakış... Düşenler, düşkünlerle yükselenlerin öyküsü... Orhan Kemalvari bir bakış, anlatımla başarılı bir öykü evreni kuruyor, Deniz Kavukçuoğlu."
Dinçer Sezgin, Radikal, 19 Nisan 2003
'Geçmişin bilançosunu çıkarmadan, yeni bir başlangıç yapamazsınız. Tüm faturalarınızı, banka hesaplarınızı, borçlarınızı, alacaklarınızı kalem kalem gözden geçirip işlemeniz gerekir deftere.' Bu özlü sözlerin sahibi ben değilim. Zarife adlı bir kadının sözleri bunlar. Daha önceleri adını, methini duymuştum, ama kendisiyle tanışma olanağı bulamamıştım. Ama yarın kapanacak olan Kitap Fuarı'na geldiğini ve Doğan Kitap standında olduğunu öğrendim. Gittim, çok övülen Zarife hanımla tanıştım!
Deniz Kavukçuoğlu'nun yanında oturuyordu. Bacak bacak üstüne atmış, sıyrılan eteği neredeyse, bacaklarının tümünü ortaya serivermişti. Çok rahattı. Gelip geçenlerin gözleri onun üstündeydi. Ama o, sanki hiçbir şeyin farkında değilmiş gibiydi. Kalın dudakları ve insanı davet eden bakışları, hemen hemen her gelip geçene sıcak 'şey'ler düşündürtüyordu. Gözlerini gözlerime dikti, elini uzattı, buğulu, sıcacık bir sesle 'Merhaba' dedi. Benim elim, onun ellerinin güzelliği içinde kaybolup gitmişti. Hani, neden keman çalmadığını merak ettiğiniz bazı parmaklar vardır, güzellikleri sizi büyüler; işte öyleydi elleri ve parmakları. Yanlarına oturdum. Deniz çay söyledi. Bir şeylerden söz açıp konuşmam gerekliydi, biliyordum ama Zarife hanımın bacakları ve göğüsleri bir şeyler bulup söylememe, konuşmama olanak tanımıyordu. Sonunda 'Fuar nasıl gidiyor' filan gibi bir soru sordum Deniz'e.
Deniz bu yılki fuarın geçen yıldan daha iyi olduğunu, ziyaretçi sayısının bu yıl 250 bini bulacağını tahmin ettiğini söyledi. Katılan bütün kitabevleri satışlardan memnunmuş. 'Herkesin yüzü gülüyor' dedi. Zarife hanım söze girdi ve yazıma başlarken alıntıladığım sözlerini söyledi. Deniz benim, ona yiyecek gibi bakışıma hiç aldırmıyordu. Bilirsiniz bazı erkekler, yanlarındaki kadına ne kadar çok erkek bakar ve kur yaparsa mutlu olurlar, bu durumdan övünç duyarlar. Deniz'in hali de biraz öyleydi. Çantasından uzun, filitresine çiçek desenleri yapılmış, tanımadığım bir sigara çıkardı, onu yaktı Zarife hanım. Uzun parmakları, o sigara parmaklarına eklenince daha da uzadı sanki. Zeki kadındı. Benim çarpıldığımı anlamıştı elbette. Eğildi, kulağıma 'Orospuluk yakışıyor mu bana?' diye sordu. Ne olursa olsun, insan bir orospunun yüzüne, 'Orospusun' diyemiyor. Deniz, 'Gidin kafeteryada konuşun' dedi.
Gittik kafeteryaya. Bizi görenlerin, 'Yahu ihtiyara bak, nasıl tavlamış bu pilici?' diye beni kıskandıklarını biliyordum. Oturur oturmaz Zarife hanım, "Ben isteyerek oropsu oldum" diyerek, konuşmasına başladı. "Evet biliyorum, göğsümü gere gere, 'Buyurun bakın' diyerek göstereceğim ak sayfalar yok defterimde. Kimse beni orospu yapmak için önüme tuzaklar kurmadı. Bu insanın kendi kararına, kendi istencine bağlı bir seçimdir. Bir yaşam biçimidir. Aslında Orhan'dan öç almak için seçtim, yani. Orhan bana bu hayatı tanıtan, orospu olmam için beni hazırlayan bir orospu çocuğudur. Orospuluk salt kadınlara özgü bir davranış değildir. Orhan beni ben yapan insandır. Ama onun da orospulukları vardı. Zaten yaşam acımasız bir orospuluk yarışı değil midir? Yaşamak istediklerim, onurumdan baskın çıktı. Param ve varlığım arttıkça daha aranır, daha sevilir oldum.
Şimdi daha çok saygı görüyorum. Ama orospuluğun övgüsünü yapmıyorum. Bu gerçeği yaşayan on binlerden biriyim anlayacağınız. Büyük kentlerde yaşayan, yoksul aile kızlarının büyük bir kesimi bu ikilemi yaşıyor. Ben yoksul bir ailenin kızıydım. Çok güzel bir aşkı, yaşama karşı güçlü olmak amacıyla bıraktım ve orospuluğu seçtim. Ben akıllı davrandım. Hem erkeklerin, hem kadınların orospuluklarıyla savaştım. Beni anlayın lütfen, beni anlarsanız, orospuluğun da ne demek olduğunu anlayacaksınız." Çalan cep telefonu, konuşmamızı böldü. Telefonda söylenenleri uzun uzun dinledi. Sonra "Gitmek zorundayım" diyerek kalktı. "Kemer şubesinde terslikler olmuş. Gidip halledeyim şu işi. Sizi tanıdığıma memnun oldum" dedi. Tam ayrılırken, durdu. "Beni en iyi Deniz bey anladı. Serüvenimin kalan kısmını ondan öğrenebilirsiniz, elbette merak ediyorsanız" dedi. Not: Zarife'yle siz de tanışmak istiyorsanız Deniz Kavukçuoğlu'nun Doğan Kitap'tan çıkan 'Zarife' adlı romanını okumalısınız

KediGülüşü, Anı-Öykü, Doğan Kitap, 2004, 3. Basım (Tükendi)


Doğan Hızlan, Hürriyet, 5 Eylül 2004
"GARFIELD'i seyrettikten, dostum Deniz Kavukçuoğlu'nun Kedi Gülüşü'nü okuduktan sonra, az daha sokağa fırlayacak, bir sokak kedisini alıp eve götürecektim."
***
Bugünlerde kedi seven sevmeyen, besleyen beslemeyen, genç yaşlı herkesin okuduğu meşhur kitap, gerçekten de meşhur olmayı hakeden kitap. Deniz Kavukçuoglu, Türk ve Dünya Edebiyatından hikayeler ve şiirlerle süsledigi anlatımını resimlerle de zenginleştirmiş. Sadece kendi kedilerine degil etrafındaki bütün kedilere değinmiş ve bize birçok kediyi tanıma şansı vermiş. Bence "Kediler de güler mi?" demeyin, bu kitabı okuyun. Güldüklerini göreceksiniz.
***
Pakize Suda Bu kitabı Öneriyor: Kedi Gülüşü, Hürriyet, 2 Ağustos 2004
‘Seyahat etmeyi kim sevmez ama ben seyahatlerden dinlenmiş değil genellikle yorgun dönüyorum’ diyen yazar Pakize Suda, rafting yapmayı, dağlara tırmanmayı, kalıntılar arasında dolaşmayı pek sevmiyor, onun tercihi kalabalık olmayan kendiyle başbaşa kalabileceği yerlere gitmek. ‘Karadeniz’in bir köyünde bir hafta kalmak çok hoşuma gider’ diyen yazar, yola çıkarken yanına o sıralarda okuduğu kitapları alıyor. Avare okuyucularına üç farklı önerisi var: İlki hayvan severlerin çok hoşuna gideceğini düşündüğü Kedi Gülüşü.
***

Sabah Gazetesi, Kültür Sanat, 26 Ocak 2007
Kedileri tanımak ve onların gizemli dünyasına adım atmak istiyorsanız, gazeteci-yazar Deniz Kavukçuoğlu'nun kaleme aldığı Kedi Gülüşü kitabına göz atabilirsiniz. Kediseverler kadar, kedilerle hiç yakın ilişki kurmamış olanların dahi ilgiyle okuyabilecekleri bir kitap Kedi Gülüşü. Kendisi de bir kedisever olan Kavukçuoğlu, kedilerle ilgili anılarını anlattığı kitabında, Türk ve dünya edebiyatından kedili alıntıları da okurla paylaşıyor. Kedilerle yaşamanın zor olmaktan öteye, bir yaşam biçimi olduğunu belirten Deniz Kavukçuoğlu, "Kediler de hiç güler miymiş?" diyerek dudak bükenlere, onlarla ilgili eğlenceli hikâyeler ve şaşırtıcı sırlar veriyor.
***
www.kedigen.com: Deniz Kavukçuoğlu'nun Gülen Kedileri

Kediler de bizim gibi güler mi?
Gazeteci yazar Deniz Kavukçuoğlu, "Kedisine cambazlık yaptırdığını sanan 'sahip' aslında kedisine cambazlık yapıyordur." diyor. Siz kedi olsanız, gülmez miydiniz? Özellikle şehrin göbeğinden Silivri'ye taşınınca kedi ve köpeklerine daha fazla zaman ayıran Deniz Kavukçuoğlu, kendi kedilerinden yola çıkarak bu kitabı yazmaya başlamış. Bu anı/derleme kitabında ayrıca Güler Kazmacı, Üstün Akmen, Ataol Behramoğlu, Refik Durbaş gibi hayvan dostlarının Kedi Gülüşü için özel olarak kaleme aldıkları hikaye ve şiirleri de yer alıyor. Kediyle birlikte yaşayanlar, içinde bir sürü güzel kedinin fotoğrafının yer aldığı bu kitabı severek okuyacaklar. Kedi Gülüşü'nü yazarken Kedigen'den de yararlanan yazar Deniz Kavukçuoğlu ile kitabı hakkında mırrlaştık.
Kedi Gülüşü neyi anlatıyor?
Kedi gülüşü kedili yaşamları, insanların kedilerle olan ilişkilerini, insanlarla kedilerin birbirlerine karşı duydukları sevgileri anlatıyor. Kitabın bir bölümünde de insanların tarih boyunca kedilere bakışı yer alıyor.
Son dönemlerde kedilerle ilgili birçok kitap yayınlanıyor. Kedi gülüşünü yazmaya neden ihtiyaç duydunuz? Sizce kedi sahipleri artık duygularını kitaplaştırma ihtiyacında mı yoksa bu moda mı oldu?
Önce gelip geçici modalara sıcak bakmayan bir insan olduğumu söylemek isterim. Sorunuza gelince, haklısınız, son zamanlarda kedilerle ilgili birçok kitap yayımlanıyor. Bu kitapların tümünü okudum diyebilirim. Fakat bu yararlı ve değerli kitapların neredeyse tümü ya bakım kitaplarından, ya derlemelerden ya da başta roman olmak üzere yazınsal kurgulardan oluşuyor. Kedi Gülüşü ise doğrudan doğruya yazarın kendi kedilerinden, kendi kedilerine ilişkin gözlem ve deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı ve kedisever edebiyatçıların katkılarıyla içeriğini zenginleştirdiği bir kitap.

Bu kitabı yazmaya niçin ihtiyaç duydum? Sanırım, kitabın ilk sayfalarına da yansıdığı gibi kendi kendime sorduğum, “Kediler de güler mi?” sorusuna yanıt ararken ortaya çıktı bu ihtiyaç. Gözlemlerimi okurlarla, özellikle de başka kediseverler ile paylaşmak istedim. İnsanın duygularını kâğıda dökme, kitaplaştırma ihtiyacı edebiyatın da kaynağıdır. Fakat kâğıda dökülen duygular her ne kadar kitaplaşmış da olsalar belli ölçütleri yerine getiremediklerinde “edebiyat” olamıyorlar.
Kitap yazma fikri ilk aklınıza geldiğinde sadece kendi kedilerinizle ilgili anıları mı yazmayı düşünüyordunuz yoksa, başından beri bunu kolektif bir çalışmaya dönüştürmek var mıydı aklınızda?
Amacım ilkin içinde kedilerimin de yer aldığı uzunca bir öykü kaleme almaktı. Ne var ki “öykü” diye başladığım yazı giderek kedilerimle olan anılarımın ağır bastığı bir anlatıya dönüştü. Yazarken bir yandan da kedileri konu alan çeşitli kitaplar okuyordum. Popüler-bilimsel çalışmalar, öyküler, romanlar, şiirler... Bunlardan da alıntılar yaptım. İnternette “kedigen” gibi birçok kedi sitesi var, onları dolaştım. Bu sitelerin özellikle kedilere ilişkin sözcük dağarcığımı genişletmemde büyük yararı oldu. 12 yıldır TÜYAP Kitap Fuarı’nın birinci derecede sorumlu yöneticisiyim, 8 yıldır Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyorum ve daha önce yayımlanmış beş kitabım var. Dolayısıyla edebiyat dünyamızda oldukça geniş bir çevrem var. Öbür kitaplarım gibi Kedi Gülüşü’nü de yazarken kedisever arkadaşlarıma, dostlarıma bu çalışmamdan söz ettim. Bana önerilerde, katkılarda bulundular, daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış yazılarını, şiirlerini verdiler. Bu özgün yazılar ve yerli-yabancı yazarlardan yaptığım alıntılarla Kedi Gülüşü bu yanıyla kolektif bir yapıt olarak ortaya çıktı.

Kediler hangi duygusal gereksinimlerimizi dolduruyor sizce?
Ne yalan söyleyeyim, ben kedilerimi benim “duygusal gereksinimlerim”i dolduran birtakım şirin canlılar olarak görmek istemiyorum. Böyle görseydim yada görmek isteseydim, sanırım kediden başka bir hayvanla yaşamayı yeğlerdim. Kedilerim hiç kuşkusuz şirinlikler yapıyorlar, sıcaklık yayıyorlar, bana gösterdikleri sevgileri beni çok mutlu ediyor. Fakat onlar da benden şirinlik, sıcaklık, sevgi bekliyorlar. Kısacası biz birbirimizin duygu ve davranış beklentilerimizi karşılıyoruz. Aramızda eşdeğerli bir ilişki var. Hatta onlar bana, benim onlara olduğumdan biraz daha egemenler.
Boncuk’un aileye katılma hikayesini okurken o sahne çok tanıdık geldi. Evdeki kedisine arkadaş getiren birçok hayvansever için de tanıdık gelecektir. Boncuk’un Yumak’ın ve sizin hayatınıza nasıl girdiğini anlatır mısınız?
Boncuk’u eve Yumak getirdi. O, dünyaya gözlerini Feneryolu’ndaki Sabit Pazar’da açmış, iyi yürekli balıkçıların tabla artığı hamsilerle, istavritlerle beslenmiş, bol tüylü, minik bir tekircikti. Yağmurlu bir kış günü mekân tuttuğu Sabit Pazar’da dükkânların kapanma saatinden sonra karşılaşmıştık. Gördüğümde yağan yağmurdan sırılsıklam olmuştu tüyleri. Ayak seslerimi duyunca saklandığı yerden çıkmış, önüme dikilmişti. Açık kalmış tek dükkân olan pasta fırınından bir çörek almış, bir kâğıt içinde ufalayıp saçak altına koymuştum. O ise hiç oralı olmamış, peşim sıra gelmeye davranmıştı. On metre ilerisi Bağdat Caddesi idi ve ben caddeyi geçerek karşı sokaktaki bir lokantaya gidecektim. Karşı kaldırıma geçmeyi denemesi minik kedicik için ölümcül bir serüvenle eşanlamlıydı. Bir yanıltma manevrasıyla onu orada bırakıp kaçmayı başardım. Fakat iki saat sonra aynı yoldan geri dönerken yine karşıma çıktı. Başını okşamak için eğilince önce altomun koluna, oradan da omzuma sıçradı. Bir anlaşma yaptık. Eğer evin kapısına kadar olduğun yerde kalırsan benim evim senin de evin olur dedim. Anlamışçasına tırnaklarını paltoma geçirdi. Feneryolu İstasyonu’na kadar yürüdük, alt geçidin merdivenlerinden indik, çıktık. Yürüdük. Apartmanın kapısına geldik. Oradan asansöre, asansörle daire kapısına... İçeri girince omzumdan indirdim onu, “Burası artık senin de evin,” dedim. Patik’le tanışıp bir iki tıslamadan sonra alıştılar birbirlerine. Sonra Silivri’ye, bahçeli bir eve taşındık. Patik bir süre sonra yeni serüvenler aramak için uzun bir yolculuğa çıktı. Yumak tek başına kaldı. Ama baktı ki olmuyor, küçük bahçemize arkadaşlar getirmeye başladı. Boncuk da onlardan biriydi. Beyaz tüylü, boncuk gözlü, iki-üç haftalık kimsesiz bir yavrucuk. “Dış kediliği” benimseyen öbürlerinin tersine ne yapıp edip eve girmeyi, Yumak gibi “iç kedi” olmayı başardı.

Fakat ne tuhaf, bir hafta önce bir kedimiz daha oldu. Şile’de işlek bir cadde de korku içinde bulduğumuz bu bir aylık tekir erkek kediye “Tintin” adını koyduk. Evin kızı Boncuk ise bir haftadır isyanlarda. O küçük kediyi korkutmak, evden gitmeye zorlamak için elinden geleni yapıyor. O “normal” koşullarda başına buyruk olan, gece gündüz dışarılarda sürten kedimiz, şimdi bir bekçi gibi gözlerini bir an Tintin’in üzerinden ayırmaksızın evi bekliyor. Ama mutlaka alışacak. Alışması için eşim Sevgi de, ben de elimizden geleni yapıyoruz.
Hayatınıza birçok kedi girmiş. Yumak, Patik, Boncuk, Duman, Frak, Silivri’nin dış kedileri ve tabi bir de Beyaz var. Sizi en fazla hangisinin öyküsü etkiliyor?
En çok Frak ile ağırbaşlı bir köpek olan Beyaz’ın ölümle son bulan öyküleri etkiliyor. Frak, patileri dışında her yanı kapkara olan dünya güzeli bir kedicikti. Kışın ıssızlaşan sitemizde bahçemizi mekân tutan çok sayıda kedinin arasında direnci ve kararlılığıyla hemen fark edilen bir yavruydu. Tüm girişimlerine karşın o günlerin koşullarında onu eve almaya cesaret edemedik. Bar seyahat dönüşünde bir daha göremedik onu, ama yalnızca onu değil varlığıyla bize de, dış kedilere de güven veren Beyaz’ı da, öbür kedileri de göremedik. Belediyenin toplu hayvan cinayetlerinden birine hep birlikte kurban gitmişlerdi.
Şimdiye kadar hep sokak kedilerini sahiplenmişsiniz. Sokakta yaşayan hayvanlarının durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Kısırlaştırma konusundaki fikirleriniz neler?
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar çok sokak hayvanı yaşamıyor. Bir yabancı gözüyle sokak hayvanlarının çokluğu her ne kadar Türklerin büyük çoğunluğunun hayvansever olduğu şeklinde algılanmaya yol açsa da bu, gerçeği yansıtmıyor. Sokak hayvanlarının çokluğu aslında insanlarımızın onlara yaklaşımlarındaki bilinç yetersizliğinin, hatta çoğunluğun sevgisizliğinin bir göstergesi. Özellikle büyük kentlerimizdeki sokak hayvanlarının durumu hiçbir yoruma gerek bırakmayacak kadar içler acısı. Sokaklarda, duvar diplerinde açlıktan hastalıktan can veren, işlek caddelerde, otoyollarda ezilerek ölen hayvanlar... Ve bu hayvanların sayısı her gün biraz daha artıyor.

Kısırlaştırma doğal ki başvurulması gereken önemli bir yöntem. Fakat her şeyi belediyelerden, kamu kuruluşlarından beklememek gerekiyor. İnsanların dillerindeki “sevgi” eylemlerine de dönüşmeli, diyorum. Hayvan sevgisini dillerinden düşürmeyen insanlarımızın onda biri çevrelerindeki bir kediyi yada köpeği alıp bir veterinere, bir hayvan sağlık ocağına götürse, sokaklardaki bu ölümcül başıboş üreme bir parça yavaşlasa, alınacak kamusal önlemler de daha etkili olur, diye düşünüyorum.
Kendinizde kedilerinize benzettiğiniz yönler var mı? Sizce kediler insanlarına benzer mi? Ya da insanlar kedilerine?
Hiç olmaz olur mu? Örneğin, kedili yaşam sürmeye başlayana kadar oldukça sinirli bir insandım. Kedilerin ise sinirli insanlara hiç tahammülleri yok yada insanın sinirli hali onlara da geçiyor. Sinirli bir kediyle bir arada yaşamak ise “sürekli işkence” gibi bir durum. Kısacası, kedilerim beni sinirlerime egemen olmaya zorladılar. Bunda özellikle Yumak’ın büyük payı var. Canlılar, yaşam birlikteliklerinde birbirlerini kaçınılmaz olarak etkiliyorlar. Bu, doğal olarak kedi-insan birliktelikleri için de geçerli. Eğer bir kediyle birlikte yaşıyorsanız kedi sizin, siz de kedinizin bazı huylarını kapıyorsunuz yada bazı huylarınızdan vazgeçiyorsunuz. Huy kapma da, huydan vazgeçme de bir yanıyla “benzeme”. Kısacası bir arada sürülen yaşamlarda kediler insanlarına, insanlar da kedilerine benziyor.

Siz aynı zamanda TÜYAP Yönetim kurulundasınız. Her yıl TÜYAP’ta yapılan evcil hayvanlar fuarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Evcil hayvanların sergilendiği bu tür fuarlar sizce çoğalmalı mı? bu fuarlarda nelere dikkat etmek gerekir?
TÜYAP’ta düzenlenen evcil hayvanlar fuarlarına bir “Tüyaplı” olarak değil de salt bir “hayvansever” baktığımda bu etkinlikleri “yeterli” bulduğumu söylemem olası değil. Çok daha geniş kapsamlı düzenlenmeli, diye düşünüyorum. Ama bunu söylerken nedeninin bu fuarı düzenleyenlerden değil de, potansiyel katılımcıların ilgi noksanlığından kaynaklandığını biliyorum. Bu tür fuarlarda istesek de istemesek de “satış” söz konusu olduğundan kedi yada köpek olsun hayvanlar metalaşıyor. Görece yüksek bir bedel ödeyerek bir “hayvan sahibi” olan insanlar, “sahip” oldukları hayvanın bir “kullanım değeri” olsun, en azından “itaatkar”, “uysal” olsun, kendi isteklerine göre davransın istiyorlar. Burada fuardaki katılımcı firmalara da, hayvanlarla ilişkin çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşlarına da bilgilendirme, aydınlatma görevleri düşüyor. Örneğin, “kedigen” gibi internet siteleri, hayvanlarla ilgili çalışma yapan dernekler, kuruluşlar bu fuarlarda mutlaka yer almalı. Biz TÜYAP olarak bu tür sivil toplum girişimlerini destekliyoruz, kendilerine bedelsiz katılım olanakları sağlıyoruz.
İmkanınız olsa kedilerle ilgili ne yapardınız?
Olanaklarımın sınırlarına bağlı, ama büyük bir hayvan barınağı açardım. Şunu da söyleyeyim, iki yıl kadar süren kent-içi yaşamdan sonra yeniden Silivri’ye döndük. Önümüzdeki kışı bize sığınacak onlarca terkedilmiş kedi ve köpekle geçireceğiz. Onları yaşatmak bizi mutlu edecek.

Kitabınızı hazırlarken çeşitli internet sitelerinden de yararlanmışsınız. Kedigenden de yararlandınız mı? Hangi bölümden faydalandınız?
Tabii ki yararlandım “kedigen”den. Özellikle de “aile” ve “kedi sözlüğü” bölümlerinden.
Kedilerinizle birlikte uzun bir ömür diler, teşekkür ederiz.


***


http://www.insankaynaklari.com/
Bir döneme ait anılarını "Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?" ve "Sen Vatan Haini misin, Baba?" adlı kitaplarında toplayan, Cumhuriyet Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapan, Marx ve sosyal demokrasi üzerine araştırmaları bulunan Deniz Kavukçuoğlu, şimdiye dek yaptığı çalışmalardan çok farklı bir eser olarak kabul edilebilecek "Kedi Gülüşü" adlı kitabıyla bambaşka bir yüzle karşımıza çıkıyor. Dahası, onun kaleminden dökülünce, sokaklarda karşılaşıp durduğumuz, kimilerimizin evini paylaştığı, kimilerimizin ölesiye korktuğu kediler de bambaşka bir çehreye bürünüyor.
Deniz Kavukçuoğlu'nun kitabını, yazarın "kedili anılarını" topladığı bir anı-anlatı kitabı olarak adlandırmak çok büyük bir haksızlık olur. Kedi Gülüşü'nü başta bir anı - anlatı kitabı olarak tasarlayan Kavukçuoğlu, eseri üzerine çalışırken Türk ve dünya edebiyatından alıntıları kullanmaya başlamış ve ortaya güzel bir derleme çıkmış. Yazarın da önsözde belirttiği gibi, kitapta Gökhan Akçura'nın Kedi Kitabı'ndan, Alper Çeker'in Çağdaş Türk Edebiyatından Kedi Hikayeleri'nden, Korcan Er'in çeviridiği En Güzel Kedi Hikayeleri'nden, Ayşegül Çetin Tekke'nin Jeffrey Moussaieff Masson'dan çevirdiği Kedilerin Dokuz Duygusal Canı kitabından ve daha bir çok eserden alıntılar bulunuyor. Ayrıca, kitapta Edip Cansever, Özdemir Asaf, Nazım Hikmet, Asaf Halet Çelebi, Sunay Akın gibi önemli isimlerin eserlerine rastlamak da mümkün.


Kedi Gülüşü ile ilgili en güzel tanımı yine Deniz Kavukçuoğlu yapıyor: "Kedi Gülüşü benim kedili anılarımı topladığım "özel bir kitap olduğu kadar birçok yazarın katkılarıyla zenginletirilmiş "kolektif" bir üründür."
***
Kedinin Gülüşü, Zeynep Göğüş, Hürriyet, 5 Mart 2005
‘Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri herkes sevsin demeyeceğim, ama ben kedi sevmeyenlerle anlaşamam.' Nurullah Ataç, yıllar önce ‘Kedi' başlıklı denemesinde söylemiş yukarıdaki bu cümleyi. Kediler hayatımızda hep vardı, ama bugünkü kadar değil. Başbakan Erdoğan'ı yumağa dolanmış bir kedi olarak çizdiği için ceza yiyen Musa Kart sayesinde kediler Türkiye'nin en önemli gündem maddelerinden biri haline geliverdi. Bir kedisever olarak buna itirazım olamaz. ‘Kedi Gülüşü' adlı kitabında Deniz Kavukçuoğlu diyor ki: ‘Kedilerle yaşamak kolay olmamaktan öteye başlı başına bir yaşam biçimidir. Seçimleri bu yaşam biçiminden yana olanlar beklenmedik sürprizlere, ruhsal altüst oluşlara ve benzeri yaşanmamış duygu dalgalanmalarına her an hazır olmalıdır.' Kedili günlerimizin anlam ve önemine bu kadar uyan sözler olamaz!


Kedi karikatürü meselesinde Başbakanlık hukukçularının işgüzarlık yaptıklarını ve meselenin Erdoğan'dan habersiz gerçekleştiğine inanmak istiyorum. Bana kalırsa o avukatlar kedi sevmeyengillerden. Buna eminim. Çünkü kedileri tanımıyorlar. Tanısalardı eğer, bir kediyi azarladığınızda hiçbir şey olmamış gibi başını çevirip, patilerini yalamaya başlayacağını öngörürlerdi. Kediler özür dilemeyi bilmezler ki! Eşi Sezer Duru'yla birlikte kedili yaşam süren yazar Orhan Duru'nun Deniz Kavukçuoğlu'na verdiği nota göre genelde Türkler inançları açısından kedileri severler, kedilerin temiz hayvanlar olduğunu düşünürler. Eskiden kediler için ‘Hubbül hurrede mın'el iman' denilirmiş. Türkçesi, ‘Kedi sevmek imandan gelir'. Hz. Muhammed'in bir yakını ‘Kedilerin babası' anlamında ‘Ebu Hureyre' adını taşıyormuş, bu adı ona Peygamber vermiş. Peygamberimizin eteği üzerinde yatmış uyumakta olan kedisini rahatsız etmemek için giysisini kestiği söylenir. Ben bu ilginç hikayeyi çocukken anneannemden dinlemiş, üst üste birkaç kere anlattırmış ve sonra da aynı sebeple hırkamın kolunu kesmiştim. Kediler hep evlerin başköşesinde en rahat koltukları ele geçirirler. Kedilerin Osmanlı dünyasında da seçkin bir yerleri var. Irak'ın Erbil şehrinde kurulan kedi pazarlarını Evliya Çelebi anlatıyor. Divan edebiyatında da şairlerin kedileri için yazdıkları şiirler var. Bunlara Hurrename denilirmiş.


Avrupa Birliği işinde son günlerde hükümette konsantrasyon eksikliği oluştu. Muhtemelen Başbakan, AB yüzünden iç siyasette başının derde girmesinden endişe ediyor. Fakat böyle bir ortamda kedilere neden kızsın, orası pek anlaşılmıyor. Ortaçağda Hıristiyan din adamları kedileri cadı ilan etmişlerdi. Kedi beslemek suç olduğundan şatoları fareler basmıştı. İslam dünyasında ise kediler hiçbir zaman kıyımla karşılaşmadı. Tarihte kedi konusunda da alınacak pek çok ders var.


Kedileri kendimize daha fazla güldürmesek derim.


***
Mahzun Doğan, TRT Türkiye'nin Sesi, 14 Eylül 2004
Son yıllarda yayımladığı kitaplarıyla oldukça ilgi gören Deniz Kavukçuoğlu, yeni bir anı kitabı yayımladı: Kedi Gülüşü. Doğan Kitap’tan çıkan yapıtta Kavukçuoğlu, kedilerle geçirdiği anları anlatıyor. Bu anların fotoğraflarına yer veriyor. Ancak, yalnızca kendi anıları, kendi tanıdığı kedilerden söz etmiyor yazar. Birçok yazarın kedilerle ilgili yazıları arasında dolaştırıyor okuru. Kedi temalı şiirlere yer veriyor. Şöyle diyor kediler için:

“Kedisinin miyavlamalarına, mırıldanmalarına, sırasında cingöz sırasında mahzun bakışlarına, pati patilerine ‘tav’ olmayacak bir kedi sahibi yoktur yeryüzünde. Onlar isterlerse sahiplerine her türlü canbazlığı yaptıracak kadar akıllıdırlar.”


Deniz Kavukçuoğlu’nun iki kedisi vardır. Birinin adı “Yumak”, öbürününki “Patik”. Her gün, evine vardığında karşılaştığı, bakıştığı, oynaştığı iki kedi... Yaşamında büyük bir yer açmıştır kediler kendisine. O, kedilere ayırdığı zamandan memnun, kedilerle yaşamanın, insanın gözlemci yanını düçlendirdiğini söylüyor. Yazarlığı besleyen en önemli şey de gözlem gücü değil mi?


Yazar Deniz Kavukçuoğlu, bir gün eve gelmiş ki, kediler, kitaplıktan yere indirdikleri bir kitabı parçalamış, dört bir yana dağılmış kitap yaprakları arasında oturmaktadırlar. O günler de, ne zaman eve geç dönse, aynı görüntüyle karşılaşır olmuş. Ne tür önlemler aldıysa da başarısız kalmış. “Kararlı bir kedi karşısında insanoğlunun yapabileceği fazla bir şey olmadığını, sahiplerinin onların karşısında sürekli yenik düşmelerinin bir ‘alın yazısı’, bir kaçınılmazlık olduğunu” deneyimleriyle biliyordur yazar. Kedilerin bunu, kendisini kızdırmak, öfkelendirmek için yaptıklarını da... Çünkü, kızmasından, bağırıp çağırmasından, peşlerine düşüp kovalamasından gözle görülür bir haz almaktadırlar. Yine böyle bir anda, yerlerde dağılmış kitap sayfalarını toplarken, kitaplığın tepesine tünemiş o iki kediyle gözgöze gelir bir an. Duydukları hazzı yakalar gözlerinde. Sanki gülümsemektedirler... Yazar, kedilerin bu davranışına tepkisini, onları tutup kapı önüne koymak şeklinde göstermez. Haftalarca sürecek bir oyuna girişir onlarla...


Bu olaydan yola çıkarak da “Kedi Gülüşü” kitabını yazmaya başlar. Kavukçuoğlu, kendi anıları ve başka yazarların gözlemleri, yazıları, şiirleri aracılığıyla kedilerle insanların ilişkisini, karşılıklı etkileşimlerini anlatıyor. Kediler üzerine yazılarından, öykülerinden alıntılar yaptığı yazarlar arasında kimler yok ki? Sait Faik, Enis Batur, Tomris Uyar, Günter Grass, Ferit Edgü, Jorge Amado, Cemil Kavukçu... Üstelik, yalnız alıntı yapmakla kalmamış, Erdal Öz, Aziz Nesin, Refik Durbaş, Ataol Behramoğlu, Çetin Öner, Melih Cevdet Anday, Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Necip Fazıl Kısakürek ve Bekir Coşkun gibi bazı yazarların öykü, yazı ve şiirlerini olduğu gibi almış kitabına.


Sanat dünyasında kedilere ilgi duyanlar, yalnızca edebiyatçılar değil elbette... Kediler nice tuvalden de gülümsemiştir insanlara. Karikatürlerde dolaşmış, bestecilere esin vermiştir. Bunlardan da söz etmiş Kavukçuoğlu. Çocukluğundan başlayarak hep kedili, köpekli bir yaşamı olduğunu belirten Kavukçuoğlu, şöyle diyor bir söyleşisinde:


“..hayvan sevgisi aynı zamanda doğa sevgisi demek. Doğayı sevmeden, doğadaki canlıları sevmeden ‘insan’ı sevmek pek olası değil. Hayvan sevgisi insanın duygu dünyasını zenginleştiriyor.”


Deniz Kavukçuoğlu, kedilerle yıllarca birlikte yaşamanın gözlemlerinden yola çıkarak bazı saptamalarda bulunuyor. Bu saptamalarını, başka yazarların gözlemleriyle buluşturarak anlatıyor üstelik. Kedilerin eğitilemezliği, genel kanının aksine nankör olmadıkları, “hıyanet ve güven” kavramlarına yabancılıkları gibi saptamalar bunlar. Bir de önerisi var yazarın: “Özverili, uzlaşıcı, bağışlayıcı olmayanlar kedilerden uzak durmalıdır.” Deniz Kavukçuoğlu’nun önerisini dikkate alın elbette, ama usta eleştirmenimiz Nurullah Ataç’ın şu sözlerini de unutmadan:


“Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri herkes sevsin demeyeceğim, ama ben, kedi sevmeyenlerle anlaşamam.”


Kedileri sevmiyorsanız, onlarla birlikte yaşamıyorsanız bile, keyifle okunacak bir kitap, “Kedi Gülüşü”.
***
Haşmet Babaoğlu, Vatan, 14 Eylül 2004
...Kedilerden söz ettik ya... Kedi seviyorsanız mutlaka okumanızı istediğim yeni bir kitap var: Kedi Gülüşü...Gazeteci, yazar Deniz Kavukçuoğlu kedilerle ilgili derin, hoş, şaşırtıcı öyküler anlatıyor.Olağanüstü renkli bir kitap.Şu söz de Kavukçuoğlu'ndan: "Kedisine cambazlık yaptırdığını sanan 'sahip' aslında kedisine cambazlık yapıyordur."

Sosyal Demokraside Temel Eğilimler, İnceleme, Cumhuriyet Yayınları, 2005, 3. Basım

Hasan Bülent Kahraman, Virgül Dergisi

Sosyal demokrasinin bir siyasal düşünüş biçimi ve yöntemi olarak siyasal tarih içinde oynadığı rol, üstlendiği işlev, geçirdiği dönüşümler Türkiye'de yeterince bile değil hemen hiç bilinmemektedir. 'Reel' bir sosyal demokratik geçmişe sahip olunmaması, tarihinin çok önemli bir bölümünde Avrupa sosyal demokrasisinin dayanağı olan Marksist geçmişin yadsınması bu gelişmede önemli olan etkenlerdir. Bununla da kalınmamış, o miras, Türkiye'de bütünüyle yok sayılmıştır. Türkiye sosyal demokrasisi yerel tarihsel ilerlemecilik akımlarıyla bütünleşmeyi yeterli saymış, başta Kemalizm olmak üzere büyük toplumsal dönüşümlerin kalıtını üstlenmiş ve o çerçevenin dışına çıkma olanağını her defasında yitirmiştir. Bu konudaki temel değerlerin oluşturulması için dünyada yaşanan atılımlar görmezden gelindiğinden bugün Türkiye'de bu alanda siyaset yapanların da üretenlerin de ciddi eksiklerinin olduğu yalnız teslim edilmesi gereken bir gerçek değil, bu siyasetin yaşadığı krizin en önemli belirleyicilerinden de birisidir.

Oysa, Batıda, 19. yüzyılın sonundan başlayarak, bu siyaset bir düşünsel yönelim olarak da, bir büyük siyasal süreç olarak da hemen her aşamada etkinliğini ortaya koymuş, kendisini kanıtlama olanağını bulmuştur. Özellikle sosyal demokrasinin kurucu ülkesi sayılabilecek Almanya'da, bu atılımlar daha da erken bir tarihte, 19. yüzyılın ortalarında başlamıştır. Eğer 1848 gibi bir tarih eksen alınacak olursa ve eğer sosyal demokrasinin çok uzun bir süre tek ve temel dayanağı olan işçi hareketiyle birlikte düşünülürse, yalnız Almanya'da değil, örneğin Fransa'da da bu edimin bu bağlamdaki güçlü varlığından söz açılabilir. Kaldı ki, 1848 tarihi Avrupa'da büyük devrimci dönüşümlerin başladığı bir tarihe tekabül etmektedir ve hiç kuşku yok ki, bu sürecin arkasında aynı yıl yayımlanmış olan Komünist Manifesto ve yüzyılın sonuna doğru yayımlanacak olan Kapital vardır. Bununla birlikte, Alman sosyal demokrasisinin partileşme tarihi olarak Eisenach programının yazılış, yayımlanış tarihi olan 1869 alınabilir. Bu tarihten başlayarak İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürecek olan uzun dönemde sosyal demokrasinin Marksist düşünceyle, derin, sancılı ve üretken hesaplaşması ortaya çıkar. Unutmamak gerekir ki, Marx'ın önemli düşünsel açılımlar ortaya koyduğu eleştirilerinin önemli bir bölümü Alman sosyal demokrasisinin Gotha ve Erfurt programıyla ilgilidir.

Bu tarih, ileride yeniden dönülecek olmakla birlikte, hemen belirtilmeli ki, Türkiye'de temel kaynaklar, metinler, tartışma savları olarak da meçhul ve kayıptır. Örneğin, 1980 öncesinde Marx'ın ve Engels'in, Gotha programı (1875) üzerine yazdığı eleştiriler yayımlanmış, bu kitabın (K. Marx, F. Engels: Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, 1976) arkasına da her iki program eklenmişti; fakat, bundan bir adım öteye de geçilmemişti. Oysa, bilindiği üzere, Almanya Sosyal Demokrat Partisi, 1869 Eisenach programından başlayarak '1989 Almanya Sosyal Demokrat Partisi İlkeler Programına kadar, aradan geçen 120 yılda çok çeşitli programlar oluşturmuş, dönüşümler yaşamıştır. Bu metinlerin tümü tarihsel planda da, siyasal etkinlik düzleminde de son derecede önemli, üstünde mutlaka durulması, düşünülmesi gereken çalışmalardır. Ne var ki, hemen hiçbirisi, şimdi elimizde tuttuğumuz, Kavukçuoğlu'nun, Karl Marx'tan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi başlıklı kitabından önce Türkçede yayımlanmamıştır.

Deniz Kavukçuoğlu'nun kitabının ilk önemi buradan kaynaklanmaktadır: Bu kitap, 1869-1989 yılları arasında Almanya'da sosyal demokrasi zemininde ortaya çıkmış tüm tartışmaları, tüm dönüşümleri söz konusu etmekte, irdelemekte, bu açılımları eleştirileriyle birlikte değerlendirmektedir. Bu süreçte ortaya çıkarılmış, kaleme alınmış belli başlı tüm belgeler kitapta eksiksiz bir biçimde yer almaktadır. Kitap, bu yanıyla yalnızca Almanya'daki sosyal demokrasinin gelişimine ışık tutmakla kalmamakta, sosyal demokrat düşüncenin hazırlık, gelişme, yükseliş, arayış dönemlerindeki olgulara da derinlemesine bir bakışla eğilmektedir. Almanya'da Sosyal Demokrasi, bu yanıyla Marxist köken sorunsalından etikçi bir sosyalist anlayışına gelene kadar hemen tüm evreleri ele almakta, dolayısıyla da bir sosyal demokrasi projesinin dayanaklarını gözler önüne sermektedir.

Kavukçuoğlu, kitabını, bu konudaki yorum çabalarına koşut bir biçimde altı bölüm halinde düzenlemiştir: "Alman İşçi Hareketinde İlk Örgütlenmeler, Alman Sosyal Demokrasisinin Partileşmesi ve Parti Programları, Alman Sosyal Demokrasisinin Marksist Dönemi, Nasyonal Sosyalizm ve Sonrası, İkinci Dünya Savaşı Sonrası Alman Sosyal Demokrasisi, İşçi Sınıfı Partisinden 'Halk Partisi'ne" başlıklarını taşıyan bölümler, süreci günümüze ulamaktadırlar.
'Önsöz'de, "Almanya Sosyal Demokrat Partisi bir 'program partisi'dir" (s. 9) diyen Kavukçuoğlu, bu dönüşümleri soyut bir tarihsel zamandizin içinde ele almaktan ziyade ortaya koyulmuş tartışmaların somutlanış düzlemleri olan programlar çerçevesinde izlemektedir. Gene 'Önsöz'de de vurgulandığı üzere, bu programlar "özgün çeviriler ve eksiksiz metinler" halinde okuyucuya aktarılmaktadır. Bu yanıyla kitap, Türk sol düşünce tarihinde bir yapıtaşı, bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Kitabın bir ileri adımı da gene bu dönemler içinde yapılan seçim sonuçlarının niceliksel dökümlerinin verilmesi, oy dalgalanmalarının ve özellikle sol kesimdeki oy kaymalarının gösterilmesidir.

Kavukçuoğlu'nun yapıtından da izlenebileceği ve yukarıda da bir nebze değinildiği üzere, Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin tarihi üç büyük eksende gelişmiştir. Donald Sasoon'un, yakınlarda yayımlanan büyük yapıtı Sosyalizmin Yüz Yılı: Yirminci Yüzyılda Batı Avrupa Solu'nda da gösterdiği gibi (One Hundred Years of Socialism: The West European Left in the Twentieth Century, The New Press, 1996), bu akslar Marksizm, sonrası ve 1970'lerde ortaya çıkan dönüşümlerdir. Bu eksenler aslında yalnız zikredilen partinin değil bütün Avrupa meşruiyetçi, parlamenter solunun ana gelişme akslarını da oluşturmaktadır.

Burada, özellikle son yıllarda ortaya çıkan bir diğer gelişme izleğinden de söz açılabilir. O da, küreselleşmenin getirdiği yeni siyasal durum ve sol kültürün bu sürece eklemlenme çabasıdır. Gene editörlüğünü Donald Sasoon'un yaptığı henüz yayımlanmış bir kitapta (Donald Sasoon (ed.): Looking Left: European Socialism After the Cold War (London, New York OI. B. Tauris Publishers, 1997) gösterildiği üzere bu dönemi siyasetin bir belirsizlik durumuna tekabül etmekte, yeni siyasal kavramlarla sol arasında belli bir denge kurulmasına çalışılmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu dönemin en önemli belirleyicisi İngiltere İşçi Partisi'nde yaşanan dönüşümler, o partinin iktidara gelmesi ve şimdi o konumda sergilediği etkinliklerdir. Bütün bunlar yeni bir sol mantığın oluşturulması için ve oluşturulan yapının çözümlenebilmesi için ayrıntılarıyla ele alınması gereken olgulardır.

Eğer bir ölçüde de Kavukçuoğlu'nun kitabında özel bir önem vererek ele aldığı sosyal demokrasi pratiği etrafında konuşulacak olursa ilginç bir noktaya değinmek gerekir. Bu bağlamda, sosyal demokrasinin Marksizmle büyük kopuşunu yaşamasından ve Marksizmin revizyonist kanadı olarak siyaset ortamına ağırlığını koymasından sonra özellikle Almanya'da oluşan ciddi bir gelişmeden söz açmak uygun olacaktır. O da, bu partinin tarihinin çok önemli dönemlerinde büyük siyasal güçler elde etmesine karşın onları kullanamaması ve Almanya'nın da dünyanın da 'makûs' talihinin ortaya çıkmasında zımni ya da açık rol oynamasıdır. Kavukçuoğlu, kitabında bu durumu 'esef'le saptamaktadır: "Siyasi ve toplumsal gelişmelere gerektiği anda ve gereken yöntemlerle müdahale edememek, Alman sosyal demokrasisinin ve sendikacılığın karakteristik bir özelliğidir" (s. 45). Kavukçuoğlu bu saptamayı yaptıktan sonra özellikle kuruluş yıllarında ASDP'nin başarısızlığını şöyle bir nedene bağlamaktadır: "Parti ve sendikalar birer dev kuruluş olarak emperyalist güçler arasındaki dengelerin bozulmadığı, büyük toplumsal ve siyasi çatışmaların ortaya çıkmadığı koşullarda, salt dev görünüşlerinin etkisiyle emekçiler adına egemen güçlerden birçok taviz koparabilmeyi başarmış, fakat doğan her toplumsal ya da siyasal bunalım, bu görünüşlerinin ardında ne denli bir teslimiyetçiliğin gizlendiğini ortaya koymuştur" (s. 45).

Sosyal demokrasinin kuruluş yıllarında ortaya çıkan bu durum, özellikle Weimar Cumhuriyeti'nden Nasyonal Sosyalizme giden dönemde dramatik bir sonuçla iç içe geçmiştir. Almanya'nın en güçlü partisi bu dönemde iktidarı, basiretsizliğinin sonucunda Hitler'e teslim etmekten kaçınamamış, ondan sonra da hatalarını sürdürmüştür. Kavukçuoğlu'nun bu oluşuma dönük yorumu ise şudur: "Alman işçi hareketinin iki temel siyasi örgütünün yanlışları ve aralarındaki düşmanlıklar Orta Avrupa'nın en önemli ülkesinde nasyonal sosyalizmin zaferini mümkün kıldı" (s. 97). Kavukçuoğlu, bu sürecin nasıl bir kıt görüşlülüğe dayandığını kitabın ilgili bölümünde çözümlemektedir.

Her şeye karşın, büyük geçmişi, siyasal deneyim birikimiyle SPD, savaşın içinde ve ertesinde kendisini toplamıştır. Partinin ikinci çıkışı, 1959 yılındaki Bad Godesberg programıyladır. Bu program, sosyal demokrasinin ikinci büyük atılımını ortaya koyar. Kavukçuoğlu'nun kitabında çok önemli bir saptama bu gelişmeyle ilgilidir.

Kavukçuoğlu, Bad Godesberg programını eleştirirken "bu program Hıristiyan Demokratların ya da Hür Demokratların temel programlarıyla kıyaslandığında, özellikle ekonomiye ilişkin bölümlerde önemli bir farklılık göstermemektedir" (s. 239) demekte, "Ekonomi politikasında olduğu gibi iç politikada da SPD tercihini kapitalist toplum düzeninden yana yapmıştır," diye eleştirisini netleştirmektedir. Fakat Kavukçuoğlu'nun bu saptamasından daha da önemli bir saptaması SPD'nin bu sonuca giden yoldaki temel dönüşümüdür. Yazara göre, SPD, Marksist geçmişini 1959'da değil, daha 1947 Zigelhain Kültür Konferansı Kararı'ndan başlayarak reddetmeye koyulmuştur. Onun yerine "bundan böyle sosyalizmin kaynakları açıklanırken Marx'ın tarih ve toplum öğretisi, 'Hıristiyan ahlâkı' ve 'Avrupa hümanizmi'nin yanı sıra ve biraz çekilerek anılacaktır" (s. 162). Gene Kavukçuoğlu, bir adım ötede de 1942'lerde başlayan bir gelişme doğrultusunu izleyerek "Carlo Schmidt ve onun gibi düşünenlerin de 'etik sosyalist' tasarımlarıyla pragmatik-çoğulcu bir halk partisinin programatik temelleri atılmıştır," (s. 219) diyerek ilginç bir yorum ortaya koymaktadır ve hiç kuşku yok ki, Almanya'daki sosyal demokratik siyaseti bugüne bağlayan da bu çizgi ve doğrultu olmuştur.

Sosyal demokrasinin temel dönüşüm süreçlerinden birisi de 1970'lerde ortaya çıkmıştır. Bu yıllarda gelişen 'yeni toplumsal ve siyasal hareketler'in zorlamasıyla sosyal demokrasi özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde uygulanan 'komuta ekonomisi' anlayışından vazgeçmiştir. Devlet güdümlü, merkezli ve denetimli bir siyasetin daha toplum ağırlıklı bir siyasete doğru açılması, yalnızca etkisi bugün de süren bir sosyal demokrasi anlayışı geliştirmekle kalmamıştır. Bu eylem sol düşünceyi bütünüyle yenilemiş, ardından Sovyetler Birliği'nin çökmesine yol açmış ve nihayet bugünkü tartışmalara da kaynak olmuştur. Kavukçuoğlu'nun kitabında 1959 sonrası 1989'a bağlanmakta ama aradaki bu dönem yeterli bir ayrıntıyla ele alınmamaktadır. Ne var ki, 'Önsöz'den anlaşıldığı kadarıyla Kavukçuoğlu bu dönemi daha sonra bir başka çalışmasında irdelemeyi öngörmüştür. (İlgilenenler için bu konuda ilginç bir kitap da şudur: Leslie Holmes: Post-Communism: An Introduction, Cambridge: Polity Press, 1997)

Kavukçuoğlu'nun kitabı, kuşkusuz sol düşüncenin sağlam bir temel üstünde tartışılmasında büyük bir emek ve çaba ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Ne var ki, kitabın daha sonraki baskıları yapılırken gözden kaçırılmaması gereken birkaç hususa da burada değinmek gerekir. Bunların ilki, yukarıda değinilen husustur. Eğer öteki ülkelerde ortaya çıkan sol gelişmelerden de bir ölçüde söz edilebilseydi, kitabın kapsadığı dönem ve saptadığı gelişmeler daha geniş bir perspektif içine oturtulabilecekti. Bu bağlamda özellikle Enternasyonaller ve bildirgeleri çok önem kazanmaktadır. Bu söylediğim, kuşkusuz kitabın, bir ülkenin özgül bir partisine dönük bir monografinin olanak verdiği ölçüde ele alınmasıdır. İkincisi daha 'teknik' hususlardır. Onların başında da kitapta bir dizinin bulunmayışı gelmektedir. Çok isimli ve kavramlı bir kitapta, bu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmelidir. Diğer bir husus şudur: Kitapta birçok özel isim ve kısaltma geçmektedir. Bunları kapsayacak dikkatli bir 'kısaltmalar listesi' kitabın başına mutlaka eklenmelidir. Nihayet tarihsel süreci izlemeyi kolaylaştırmak üzere kitabın sonuna ya da başına mutlaka bir 'zamandizin' (kronoloji) eklenmeli ve gelişmeler orada gösterilmelidir.

Gramsci, "bir partinin tarihi aynı zamanda bir ülkenin tarihidir" diyordu. Kavukçuoğlu'nun kitabı gerçekle örtüşmektedir. Ne var ki, kitap Almanya'nın özgül oluşumlarını biraz daha ayrıntılı bir biçimde gözden geçirebilir. Bu, kitabın bir eksiği değil, Türkiye'nin artık ertelenemez bir gereksinimidir. Şayet, İngiltere İşçi Partisi'nden başlayarak öteki ülkelerin sol tarihlerinin de bu şekilde kapsamlı bir irdelemesi yapılırsa herhalde Türkiye'nin sosyal demokrasinin 'bebeklik' evresinden kurtulması biraz daha kolaylaşacaktır. Kavukçuoğlu'nun yapıtı bu doğrultuda atılmış anıtsal bir ilk adımdır.

6 Haziran 2008 Cuma

Sen Vatan Haini misin, Baba?, Anı, Can Yayınları, 2008, 4. Basım








Genç Hürriyetim, 13 Kasım 2003

İnsanın 22 yıl ülkesinden uzakta kalması hiç de kolay olmasa gerek. Yabancı bir ülkenin şartlarına alışması, o şartlarda hayatını sürdürmeye çalışması. Üstelik pasaportsuz ve vatansız olarak. Zorunlu olarak uzakta kalması! Deniz Kavukçuoğlu “Sen Vatan Haini misin, Baba?” adlı kitabında böyle bir dönemini anlatıyor. 70’li yıllardan 90’lı yıllara kadar Almanya’da ticaret, yöneticilik, sosyal pedagogluk gibi çeşitli meslekler icra ederek hayatını sürdüren Kavukçuoğlu anılarını yazarken kronolojik bir sıra gözetmemiş.

Her bir bölümü ayrı okuyup, ayrı değerlendirmek mümkün. Üstelik yazar bu zor dönemi anlatırken okuyucunun duygularını sömürmeye de kalkmıyor. Sade, keyifli hatta neşeli denebilecek bir anlatım hâkim kitaba.

Zaman zaman bir gezi kitabı tadına da alabileceğiniz “Sen Vatan Haini misin, Baba?” başka ülkeleri, o ülkelerin insanlarını tanıyan birinin deneyimlerinden yararlanmak için iyi bir fırsat.

Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir birahaneye dalıyor, bazen ispanyollarla birlikte flamenko yaparak haksızlıklara başkaldırıyor ya da Portekiz’de bir meyhanede fado dinleyerek hüzünlenebiliyorsunuz. Ama en önemlisi Türkiye’yi ve Türk insanını görüyorsunuz. Uzaktan ve çok yakından...

Kitaptan

“... Adam, içeri girdiğimi fark eder etmez, yalvaran bir sesle beni yanına çağırmış, ortalığa dağılmış ve saymakla bitmeyecek kadar çok boş bira şişesini gösterip, ‘Bunlar burada üç gün, üç gecedir içiyorlar bayım...’ demişti. ‘Tam 330 şişe oldu.’ Onca birayı üçü tek başlarına içmemişlerdi tabiî... Bunun böyle olmadığı, barın önündeki yüksek taburelerdeki yüzyıllar sonra canlanmış mumyaları andıran, suratları aşırı alkolden yamru yumru olmuş iki çirkin kadının ‘ha düştü, ha düşecek’ durumlarından anlaşılıyordu. Bir de ‘şöyle bir uğrayıp’, bir iki bira içtikten sonra giden dostlar vardı...”

***

Celal Başlangıç, Radikal, 20.10.2003

12 Mart'ta yurttaşlıktan atılınca 22 yıl ülkesine dönemeyen Deniz Kavukçuoğlu, son kitabı 'Sen vatan haini misin baba?'da sürgünde geçen yıllarını anlatıyor. Kavukçuoğlu hâlâ demokratik ve bağımsız bir Türkiye istiyor, hâlâ Marksizm'e inanıyor.

İş arkadaşı Faruk Çiftçi de Deniz Kavukçuoğlu gibiydi. 70'li yılların başından bu yana ülkelerine dönemiyorlardı. 1988 yılının yazıydı ve yurt özlemlerinin toplamı 30 yılı aşıyordu. Faruk'la bir araya geldiklerinde 'ülke özlemi' üzerine dertleşiyorlardı hep. Türkiye'deki genç, yaşlı yakınları, akrabaları, dostları onların dönüşünü beklemeden göçüyorlardı bu dünyadan. Deniz Kavukçuoğlu Türkiye'ye dönemediği yıllarda babaannesini, anneannesini, amcasını, çok sevdiği birçok yakınını yitirmiş, ama onları son uykularına uğurlayamamıştı. Bunları düşündükçe içine bir acı düşüyor, kime kızacağını, kime öfkeleneceğini bilemiyordu. Türkiye ikisinin de gözünde tütüyordu. Faruk'la yine böyle bir sohbet sırasında "Artık dayanamıyorum" dedi, "Türkiye'ye yakın bir Yunan adasına gidip uzaktan da olsa havasını soluyacağım memleketimin."

'Ah orada olsaydık şimdi...'

Faruk'un da gözleri ışıldadı. "Ben de gelirim" dedi. Aynı gün buluştukları Dursun Akçam da onlara katılınca kafile tamamlanmış oldu. Akçam da 12 Eylül darbesinden birkaç gün sonra çıkmak zorunda kalmıştı yurtdışına. Derhal bir seyahat acentesine gidip Türkiye'ye en yakın Yunan adasını sordular. Midilli'ydi, Sakız'dı derken sonunda Bodrum'a birkaç mil mesafedeki Kos'ta karar kıldılar. Adadaki ilk birkaç gün sanki sözleşmişcesine hiçbiri Türkiye'nin sözünü etmedi. Birkaç gün sonra bir balık lokantasına gittiler hep birlikte. Uzolarını içip balıklarını yediler. "Üçüncü kadehten sonra günlerdir içimizde bastırdığımız özlemlerimiz boşalmaya, taşmaya başladı. Nerede olduğumuzu unutmak, kendimizi başka bir yere, hep gitmek istediğimiz, ama hiç gidemediğimiz başka yerlere götürmek istiyorduk sanki. 'Ah, orada olsaydık şimdi...' dedikçe boşalıveriyordu kadehlerimiz."

Uzakta Bodrum, gözlerde yaş

Lokantadan kalkıp adanın Türkiye'ye bakan yönündeki bir bara gittiler. Barın sahibi Manolis içeri girenlerin Türk olduğunu ve yıllardır Türkiye'ye gidemediğini biliyordu. Bar, İngiliz, Danimarkalı, Alman, Hollandalı turistlerle doluydu. Manolis, "Gelin" diyerek dar bir merdivenden, dört masalık kapalı bölümünde küçük bir de bar bulunan terasa çıkardı onları. Bardan bir şişe Yunan kanyağı ile üç kadeh getirdi. Sonra gidip kasetçalara bir kaset yerleştirdi ve tekrar yanlarına geldi. Eliyle, mehtap vurmuş denizin ötesindeki ışıkları gösterdi: "Orası Bodrum, Akyarlar... Sizin toprağınız..." Aynı anda kasetçalardan Zeki Müren'in 'Gün batar kuşlar döner/Dönmez bu yoldan beklenen...' şarkısı duyuldu. Donup kaldılar. Ağlamaya ilk önce Deniz Kavukçuoğlu başladı. Her gün limana iniyorlardı 'Acaba Türkiye'den gelen bir tekne görebilir miyiz?' diye. Birbirlerine itiraf etmedikleri ortak bir düşüncenin peşindeydiler:

'Gel' deseler, uçacaklar

Tatillerini Türkiye'ye yakın Yunan adalarında geçiren sürgünlerin kafalarına bir süre sonra 'karşı yakaya bir kaçamak yapmak' düşüncesi takılır. Solunan hava aynı havadır, doğa aynı doğa, deniz aynı denizdir, yenilen içilenler de aşağı yukarı aynıdır. Türkiye ise karşında, elini uzatsan dokunacağın kadar yakın... Bir yolu yok mudur o iki-üç millik denizi aşmanın? Seni oraya ulaştıracak bir motor, bir yelkenli bulunmaz mı? Ya da 'Gel, seni de götüreyim' diyecek bir babayiğit çıkmaz mı karşısına? Dile vurmasak da bizim de kafamızdan bu sorular geçiyordu... 'Bir Türk teknesi görebilir miyiz' diye her gün limana gitmemizin nedeni de buydu, bu 'umut'tu." Aradıkları umudu limanda bulamamışlardı. Adayı gezerken tek Türk köyü olan Germe'nin meydanındaki bir meyhaneye oturdular. Müşteriler yalnızca Türklerdi. İbrahim Tatlıses eşliğinde sohbete başladılar Koslu Türklerle.

Pasaportsuz gitmenin yolları

Dursun Akçam ısrarla bir şeyi öğrenmeye çalışıyordu. Acaba Türkiye'ye pasaportsuz gidebiliyorlar mıydı, pasaportlarını kaybetseler ve hemen gitmek zorunda kalsalar pasaportsuz geçmek mümkün olur muydu karşı kıyıya, pasaportsuz biri fazla para verse gidebilir mi?.. Koslu Türklerden biri bu 'pasaportsuz geçme' işinin kafasını kurcaladığını açığa vuran bir ifadeyle "Pasaportsuz geçenler de var" dedi. "Anarşistler... Karşıdan buraya geçiyorlar..." Masadakiler bir anda coşmuş, yakaladıkları 'anarşistler'i nasıl dövdüklerini anlatıyordu. Masaya koyu bir sis bulutu çökmüştü. En iyisi bir an önce oradan uzaklaşmaktı. Soydaşlarının sorularına yanıt vermeden kalktılar. Yolda hepsi gülüyordu. Kavukçuoğlu'na göre 'ağlanacak hallerine kahkahalarla gülüyorlardı'. Deniz Kavukçuoğlu'nun yeni çıkan beşinci kitabı 'Sen Vatan Haini misin Baba?'da 22 yıllık sürgün hayatından Kos'ta yaşadıklarına, duyduklarına benzer; ülke özlemi, vatansız olmak, Avrupa'da kendi ülkene benzer her coğrafyaya koşup gitmek üzerine çok çarpıcı öyküler var. Kitabı okurken insan Kavukçuoğlu'yla birlikte özellikle Avrupa'yı ülke ülke, kent kent, hatta kasaba kasaba geziyor. Kavukçuoğlu 1963'te öğrenci olarak gidiyor Almanya'ya. Burada felsefe, Avrupa işçi hareketleri tarihi ve Marksizm'in temel metinleri üzerine eğitim alıyor. Yedi yıllık öğrencilik yaşamının sonunda da ekonomi okuyor. 1965'te Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Kavukçuoğlu, "Bu öğrenim sosyalizme olan inancımı pekiştirdi. Hâlâ aynı inancı koruyorum" diyor.

Her şey 12 Mart'la başladı

22 yıllık sürgün yaşamından önce son kez 1970'te geliyor Türkiye'ye. Öğrenciliği bittikten çok kısa bir süre sonra 12 Mart muhtırası veriliyor. Kavukçuoğlu'nun 'vatansızlığı' da bu süreçte başlıyor: "Başka bir yasal dayanak olmadığından askeri yükümlülüğümüzü yerine getirmediğimiz bahanesiyle çıkarılmıştık vatandaşlıktan. Bahaneydi, çünkü 1970 yılı haziran ayında yükseköğrenim sona erer ermez, bağlı bulunduğum İzmir-Basmane Askerlik Şubesi'ne yazıyla başvurarak 'askerliğime dair karar alınmasını' kendim istemiştim. Fakat öğrenimimi tamamlamamı bir yazıyla kutlayan Almanya'daki öğrenci müfettişliği ile Nürnberg Başkonsolosluğu bir an önce Türkiye'ye dönmemi 'daha uygun' bulmuş olmalıydılar ki, öğrenimini tamamlayan her öğrenciye uygulanan bir yıllık staj hakkı bana tanınmamış, pasaportum uzatılmamıştı. Darbe sonrasında gazetelerin çarşaf çarşaf yayımladıkları 'arananlar listeleri'nde adımı görünce Türkiye'ye dönmekten kaçınmıştım." Vatandaşlıktan çıkarılınca planları altüst olur Kavukçuoğlu'nun. Süresi belli olmayan 'vatansızlığı' başlamıştır. O artık sürgündedir. Alman şirketlerinde yöneticilik yapar. Hediyelik eşya, video kasedi satar. Hatta bir ara bakkallık ve sosyal pedagogluk bile yapar. Öylesine ülke hasretiyle doludur ki, video kaset satıcılığı işinden batınca elinde kalan yüzlerce berbat Türk filmini sırf ülkesinden ve İstanbul'dan görüntüler görmek için günlerce izler.

14 yıl sonra gelen yanıt

Her af çıkışında Türk vatandaşlığını kazanmak için başvurur. Ancak girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır. Bu nedenle terörist, katil, hırsız, dolandırıcı olmadığına bin pişman olur! Federal Mülteci Dairesi'ndeki antikomünist bir memurun bilgisizliği ve Alman Büyükelçisi'nin işgüzarlığı nedeniyle yedi yıl Nürnberg dışına çıkma yasağı alır ve sığınma başvurusu tam 14 yılda sonuçlanır. Böylece Federal Almanya tarihinde 'sığınma başvurusunun işlem süreci en uzun yabancı' unvanı alır. Sonunda 1991'de Almanya yurttaşlığına kabul edilir ve 22 yıl ayrılıktan sonra Türkiye'ye elinde Alman pasaportuyla dönebilir Kavukçuoğlu.

İçine işleyen soru

Yeni kitabı adını, küçük oğlu Emek'in bir sorusundan alıyor. Evlerinde konuklarının olduğu bir akşam, söz döner, dolaşır, yine Kavukçuoğlu'nun Türkiye'ye dönememesine gelir. O sıralar yedi yaşında olan Emek birden sorar: "Sen vatan haini misin baba?"

1978 yılında sorulan bu soru ne kadar içine işlemiş ki Kavukçuoğlu'nun, tam 25 yıl sonra çıkardığı kitabının adı oluvermiş. Her ne kadar Emek'in sorusuna yumuşak bir sesle, "Hayır oğlum ben vatan haini değilim" karşılığını verse de aslında Kavukçuoğlu 'vatan haini!'dir. Çünkü aydınlık bir Türkiye, bağımsız ve demokratik bir ülke istemek pek çok gelişmemiş kafa için hâlâ 'vatan hainliği'dir. Kavukçuoğlu da bu özlemlerini dile getirdiği, hâlâ Marksizm'e inandığı için 'vatan haini'dir!

***

Kitap Gazetesi: Sen Vatan Haini misin Baba?


İnsanın 22 yıl ülkesinden uzakta kalması hiç de kolay olmasa gerek. Yabancı bir ülkenin şartlarına alışması, o şartlarda hayatını sürdürmeye çalışması. Üstelik pasaportsuz ve vatansız olarak. Zorunlu olarak uzakta kalması.

Deniz Kavukçuoğlu "Sen Vatan Haini misin, Baba?" adlı kitabında böyle bir dönemini anlatıyor. 70'li yıllardan 90'lı yıllara kadar Almanya'da ticaret, yöneticilik, sosyal pedagogluk gibi çeşitli meslekler icra ederek hayatını sürdüren Kavukçuoğlu anılarını yazarken kronolojik bir sıra gözetmemiş.

Her bir bölümü ayrı okuyup, ayrı değerlendirmek mümkün. Üstelik yazar bu zor dönemi anlatırken okuyucunun duygularını sömürmeye de kalkmıyor. Sade, keyifli hatta neşeli denebilecek bir anlatım hâkim kitaba.

Zaman zaman bir gezi kitabı tadına da alabileceğiniz "Sen Vatan Haini misin, Baba?" başka ülkeleri, o ülkelerin insanlarını tanıyan birinin deneyimlerinden yararlanmak için iyi bir fırsat.

Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir birahaneye dalıyor, bazen İspanyollarla birlikte flamenko yaparak haksızlıklara başkaldırıyor ya da Portekiz'de bir meyhanede fado dinleyerek hüzünlenebiliyorsunuz biliyorsunuz. Ama en önemlisi Türkiye'yi ve Türk insanını görüyorsunuz. Uzaktan ve çok yakından...




Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?, Anı, Can Yayınları, 2008, 5. Basım


"Konser gecelerinde Deniz Kulübü'nün önü sandallarla dolardı. Kimileri yanlarında içkilerini, mezelerini de getiriler, bir yandan demlenip, bir yandan da kulüpteki eğlenceye, biraz uzaktan da olsa, ortak olurlardı. Yemek sırasında genelikle İtalya'dan gelen orkestralar hafif müzik ve dans müziği çalarlardı. Birkaç sezon arka arkaya gelen Enzo adındaki yakışıklı bir İtalyan şarkıcı, sesi kadar çapkınlığıyla da ün yapmış, birçok Modalı kızın gönlünde uzun yıllar çıkmamacasına yer etmişti..."


Deniz Kavukçuoğlu, bu kitabında, 50'li yıllardan başlayarak kelimenin tam anlamıyla içinde yer aldığı Türkiye'nin bir manzarasını çiziyor. Kavukçuoğlu, İstanbul doğumlu çok yönlü bir aydın. Özellikle artık bizim için çok gerilerde kalmış İstanbul cennetini, 70'lere doğru politize olan gençliği, İstanbul'un ve sonra sürgüne gittiği Avrupa'nın bohem yaşantısını son derece içten, sıcak bir diller anlatıyor. Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı? yayınlandığı günden bu yana okurlardan büyük ilgi gören bir kitap. (Arka kapak yazısı)


***


Üstün Akmen, Nokta Dergisi, 22 Kasım-5 Aralık 2002


Bozulma Yıllarının Anı Tarihi: 'Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?


"Sonuç olarak... Deniz Kavukçuoğlu'nun yaşadıklarını süzgeçten geçirdiğini, süzerken yaşadıklarına olamazcasına 'müstehzi' hatta alaycı bir gözle baktığını, bütün bunları da sevimli bir tavırla yansıttığını buraya tüm içtenliğimle yazmam gerek. Kavukçuoğlu, belki de Andre Gide'in dediğince, anılarının bir bölümünü yazarak ölümün elinden bir şeyler kurtarmayı denemiş. 'Başarmış mı' diye soracak olursanız olumlu yanıt veririm, size de kitabı alıp okumak düşer. Alıp okumazsanız, anı kaybeden, anılardan uzaklaşan siz olursunuz. Ona göre... Yoksa bana ne!.."