Genç Hürriyetim, 13 Kasım 2003
İnsanın 22 yıl ülkesinden uzakta kalması hiç de kolay olmasa gerek. Yabancı bir ülkenin şartlarına alışması, o şartlarda hayatını sürdürmeye çalışması. Üstelik pasaportsuz ve vatansız olarak. Zorunlu olarak uzakta kalması! Deniz Kavukçuoğlu “Sen Vatan Haini misin, Baba?” adlı kitabında böyle bir dönemini anlatıyor. 70’li yıllardan 90’lı yıllara kadar Almanya’da ticaret, yöneticilik, sosyal pedagogluk gibi çeşitli meslekler icra ederek hayatını sürdüren Kavukçuoğlu anılarını yazarken kronolojik bir sıra gözetmemiş.
Her bir bölümü ayrı okuyup, ayrı değerlendirmek mümkün. Üstelik yazar bu zor dönemi anlatırken okuyucunun duygularını sömürmeye de kalkmıyor. Sade, keyifli hatta neşeli denebilecek bir anlatım hâkim kitaba.
Zaman zaman bir gezi kitabı tadına da alabileceğiniz “Sen Vatan Haini misin, Baba?” başka ülkeleri, o ülkelerin insanlarını tanıyan birinin deneyimlerinden yararlanmak için iyi bir fırsat.
Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir birahaneye dalıyor, bazen ispanyollarla birlikte flamenko yaparak haksızlıklara başkaldırıyor ya da Portekiz’de bir meyhanede fado dinleyerek hüzünlenebiliyorsunuz. Ama en önemlisi Türkiye’yi ve Türk insanını görüyorsunuz. Uzaktan ve çok yakından...
Kitaptan
“... Adam, içeri girdiğimi fark eder etmez, yalvaran bir sesle beni yanına çağırmış, ortalığa dağılmış ve saymakla bitmeyecek kadar çok boş bira şişesini gösterip, ‘Bunlar burada üç gün, üç gecedir içiyorlar bayım...’ demişti. ‘Tam 330 şişe oldu.’ Onca birayı üçü tek başlarına içmemişlerdi tabiî... Bunun böyle olmadığı, barın önündeki yüksek taburelerdeki yüzyıllar sonra canlanmış mumyaları andıran, suratları aşırı alkolden yamru yumru olmuş iki çirkin kadının ‘ha düştü, ha düşecek’ durumlarından anlaşılıyordu. Bir de ‘şöyle bir uğrayıp’, bir iki bira içtikten sonra giden dostlar vardı...”
***
Celal Başlangıç, Radikal, 20.10.2003
12 Mart'ta yurttaşlıktan atılınca 22 yıl ülkesine dönemeyen Deniz Kavukçuoğlu, son kitabı 'Sen vatan haini misin baba?'da sürgünde geçen yıllarını anlatıyor. Kavukçuoğlu hâlâ demokratik ve bağımsız bir Türkiye istiyor, hâlâ Marksizm'e inanıyor.
İş arkadaşı Faruk Çiftçi de Deniz Kavukçuoğlu gibiydi. 70'li yılların başından bu yana ülkelerine dönemiyorlardı. 1988 yılının yazıydı ve yurt özlemlerinin toplamı 30 yılı aşıyordu. Faruk'la bir araya geldiklerinde 'ülke özlemi' üzerine dertleşiyorlardı hep. Türkiye'deki genç, yaşlı yakınları, akrabaları, dostları onların dönüşünü beklemeden göçüyorlardı bu dünyadan. Deniz Kavukçuoğlu Türkiye'ye dönemediği yıllarda babaannesini, anneannesini, amcasını, çok sevdiği birçok yakınını yitirmiş, ama onları son uykularına uğurlayamamıştı. Bunları düşündükçe içine bir acı düşüyor, kime kızacağını, kime öfkeleneceğini bilemiyordu. Türkiye ikisinin de gözünde tütüyordu. Faruk'la yine böyle bir sohbet sırasında "Artık dayanamıyorum" dedi, "Türkiye'ye yakın bir Yunan adasına gidip uzaktan da olsa havasını soluyacağım memleketimin."
'Ah orada olsaydık şimdi...'
Faruk'un da gözleri ışıldadı. "Ben de gelirim" dedi. Aynı gün buluştukları Dursun Akçam da onlara katılınca kafile tamamlanmış oldu. Akçam da 12 Eylül darbesinden birkaç gün sonra çıkmak zorunda kalmıştı yurtdışına. Derhal bir seyahat acentesine gidip Türkiye'ye en yakın Yunan adasını sordular. Midilli'ydi, Sakız'dı derken sonunda Bodrum'a birkaç mil mesafedeki Kos'ta karar kıldılar. Adadaki ilk birkaç gün sanki sözleşmişcesine hiçbiri Türkiye'nin sözünü etmedi. Birkaç gün sonra bir balık lokantasına gittiler hep birlikte. Uzolarını içip balıklarını yediler. "Üçüncü kadehten sonra günlerdir içimizde bastırdığımız özlemlerimiz boşalmaya, taşmaya başladı. Nerede olduğumuzu unutmak, kendimizi başka bir yere, hep gitmek istediğimiz, ama hiç gidemediğimiz başka yerlere götürmek istiyorduk sanki. 'Ah, orada olsaydık şimdi...' dedikçe boşalıveriyordu kadehlerimiz."
Uzakta Bodrum, gözlerde yaş
Lokantadan kalkıp adanın Türkiye'ye bakan yönündeki bir bara gittiler. Barın sahibi Manolis içeri girenlerin Türk olduğunu ve yıllardır Türkiye'ye gidemediğini biliyordu. Bar, İngiliz, Danimarkalı, Alman, Hollandalı turistlerle doluydu. Manolis, "Gelin" diyerek dar bir merdivenden, dört masalık kapalı bölümünde küçük bir de bar bulunan terasa çıkardı onları. Bardan bir şişe Yunan kanyağı ile üç kadeh getirdi. Sonra gidip kasetçalara bir kaset yerleştirdi ve tekrar yanlarına geldi. Eliyle, mehtap vurmuş denizin ötesindeki ışıkları gösterdi: "Orası Bodrum, Akyarlar... Sizin toprağınız..." Aynı anda kasetçalardan Zeki Müren'in 'Gün batar kuşlar döner/Dönmez bu yoldan beklenen...' şarkısı duyuldu. Donup kaldılar. Ağlamaya ilk önce Deniz Kavukçuoğlu başladı. Her gün limana iniyorlardı 'Acaba Türkiye'den gelen bir tekne görebilir miyiz?' diye. Birbirlerine itiraf etmedikleri ortak bir düşüncenin peşindeydiler:
'Gel' deseler, uçacaklar
Tatillerini Türkiye'ye yakın Yunan adalarında geçiren sürgünlerin kafalarına bir süre sonra 'karşı yakaya bir kaçamak yapmak' düşüncesi takılır. Solunan hava aynı havadır, doğa aynı doğa, deniz aynı denizdir, yenilen içilenler de aşağı yukarı aynıdır. Türkiye ise karşında, elini uzatsan dokunacağın kadar yakın... Bir yolu yok mudur o iki-üç millik denizi aşmanın? Seni oraya ulaştıracak bir motor, bir yelkenli bulunmaz mı? Ya da 'Gel, seni de götüreyim' diyecek bir babayiğit çıkmaz mı karşısına? Dile vurmasak da bizim de kafamızdan bu sorular geçiyordu... 'Bir Türk teknesi görebilir miyiz' diye her gün limana gitmemizin nedeni de buydu, bu 'umut'tu." Aradıkları umudu limanda bulamamışlardı. Adayı gezerken tek Türk köyü olan Germe'nin meydanındaki bir meyhaneye oturdular. Müşteriler yalnızca Türklerdi. İbrahim Tatlıses eşliğinde sohbete başladılar Koslu Türklerle.
Pasaportsuz gitmenin yolları
Dursun Akçam ısrarla bir şeyi öğrenmeye çalışıyordu. Acaba Türkiye'ye pasaportsuz gidebiliyorlar mıydı, pasaportlarını kaybetseler ve hemen gitmek zorunda kalsalar pasaportsuz geçmek mümkün olur muydu karşı kıyıya, pasaportsuz biri fazla para verse gidebilir mi?.. Koslu Türklerden biri bu 'pasaportsuz geçme' işinin kafasını kurcaladığını açığa vuran bir ifadeyle "Pasaportsuz geçenler de var" dedi. "Anarşistler... Karşıdan buraya geçiyorlar..." Masadakiler bir anda coşmuş, yakaladıkları 'anarşistler'i nasıl dövdüklerini anlatıyordu. Masaya koyu bir sis bulutu çökmüştü. En iyisi bir an önce oradan uzaklaşmaktı. Soydaşlarının sorularına yanıt vermeden kalktılar. Yolda hepsi gülüyordu. Kavukçuoğlu'na göre 'ağlanacak hallerine kahkahalarla gülüyorlardı'. Deniz Kavukçuoğlu'nun yeni çıkan beşinci kitabı 'Sen Vatan Haini misin Baba?'da 22 yıllık sürgün hayatından Kos'ta yaşadıklarına, duyduklarına benzer; ülke özlemi, vatansız olmak, Avrupa'da kendi ülkene benzer her coğrafyaya koşup gitmek üzerine çok çarpıcı öyküler var. Kitabı okurken insan Kavukçuoğlu'yla birlikte özellikle Avrupa'yı ülke ülke, kent kent, hatta kasaba kasaba geziyor. Kavukçuoğlu 1963'te öğrenci olarak gidiyor Almanya'ya. Burada felsefe, Avrupa işçi hareketleri tarihi ve Marksizm'in temel metinleri üzerine eğitim alıyor. Yedi yıllık öğrencilik yaşamının sonunda da ekonomi okuyor. 1965'te Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Kavukçuoğlu, "Bu öğrenim sosyalizme olan inancımı pekiştirdi. Hâlâ aynı inancı koruyorum" diyor.
Her şey 12 Mart'la başladı
22 yıllık sürgün yaşamından önce son kez 1970'te geliyor Türkiye'ye. Öğrenciliği bittikten çok kısa bir süre sonra 12 Mart muhtırası veriliyor. Kavukçuoğlu'nun 'vatansızlığı' da bu süreçte başlıyor: "Başka bir yasal dayanak olmadığından askeri yükümlülüğümüzü yerine getirmediğimiz bahanesiyle çıkarılmıştık vatandaşlıktan. Bahaneydi, çünkü 1970 yılı haziran ayında yükseköğrenim sona erer ermez, bağlı bulunduğum İzmir-Basmane Askerlik Şubesi'ne yazıyla başvurarak 'askerliğime dair karar alınmasını' kendim istemiştim. Fakat öğrenimimi tamamlamamı bir yazıyla kutlayan Almanya'daki öğrenci müfettişliği ile Nürnberg Başkonsolosluğu bir an önce Türkiye'ye dönmemi 'daha uygun' bulmuş olmalıydılar ki, öğrenimini tamamlayan her öğrenciye uygulanan bir yıllık staj hakkı bana tanınmamış, pasaportum uzatılmamıştı. Darbe sonrasında gazetelerin çarşaf çarşaf yayımladıkları 'arananlar listeleri'nde adımı görünce Türkiye'ye dönmekten kaçınmıştım." Vatandaşlıktan çıkarılınca planları altüst olur Kavukçuoğlu'nun. Süresi belli olmayan 'vatansızlığı' başlamıştır. O artık sürgündedir. Alman şirketlerinde yöneticilik yapar. Hediyelik eşya, video kasedi satar. Hatta bir ara bakkallık ve sosyal pedagogluk bile yapar. Öylesine ülke hasretiyle doludur ki, video kaset satıcılığı işinden batınca elinde kalan yüzlerce berbat Türk filmini sırf ülkesinden ve İstanbul'dan görüntüler görmek için günlerce izler.
14 yıl sonra gelen yanıt
Her af çıkışında Türk vatandaşlığını kazanmak için başvurur. Ancak girişimleri başarısızlıkla sonuçlanır. Bu nedenle terörist, katil, hırsız, dolandırıcı olmadığına bin pişman olur! Federal Mülteci Dairesi'ndeki antikomünist bir memurun bilgisizliği ve Alman Büyükelçisi'nin işgüzarlığı nedeniyle yedi yıl Nürnberg dışına çıkma yasağı alır ve sığınma başvurusu tam 14 yılda sonuçlanır. Böylece Federal Almanya tarihinde 'sığınma başvurusunun işlem süreci en uzun yabancı' unvanı alır. Sonunda 1991'de Almanya yurttaşlığına kabul edilir ve 22 yıl ayrılıktan sonra Türkiye'ye elinde Alman pasaportuyla dönebilir Kavukçuoğlu.
İçine işleyen soru
Yeni kitabı adını, küçük oğlu Emek'in bir sorusundan alıyor. Evlerinde konuklarının olduğu bir akşam, söz döner, dolaşır, yine Kavukçuoğlu'nun Türkiye'ye dönememesine gelir. O sıralar yedi yaşında olan Emek birden sorar: "Sen vatan haini misin baba?"
1978 yılında sorulan bu soru ne kadar içine işlemiş ki Kavukçuoğlu'nun, tam 25 yıl sonra çıkardığı kitabının adı oluvermiş. Her ne kadar Emek'in sorusuna yumuşak bir sesle, "Hayır oğlum ben vatan haini değilim" karşılığını verse de aslında Kavukçuoğlu 'vatan haini!'dir. Çünkü aydınlık bir Türkiye, bağımsız ve demokratik bir ülke istemek pek çok gelişmemiş kafa için hâlâ 'vatan hainliği'dir. Kavukçuoğlu da bu özlemlerini dile getirdiği, hâlâ Marksizm'e inandığı için 'vatan haini'dir!
***
Kitap Gazetesi: Sen Vatan Haini misin Baba?
İnsanın 22 yıl ülkesinden uzakta kalması hiç de kolay olmasa gerek. Yabancı bir ülkenin şartlarına alışması, o şartlarda hayatını sürdürmeye çalışması. Üstelik pasaportsuz ve vatansız olarak. Zorunlu olarak uzakta kalması.
Deniz Kavukçuoğlu "Sen Vatan Haini misin, Baba?" adlı kitabında böyle bir dönemini anlatıyor. 70'li yıllardan 90'lı yıllara kadar Almanya'da ticaret, yöneticilik, sosyal pedagogluk gibi çeşitli meslekler icra ederek hayatını sürdüren Kavukçuoğlu anılarını yazarken kronolojik bir sıra gözetmemiş.
Her bir bölümü ayrı okuyup, ayrı değerlendirmek mümkün. Üstelik yazar bu zor dönemi anlatırken okuyucunun duygularını sömürmeye de kalkmıyor. Sade, keyifli hatta neşeli denebilecek bir anlatım hâkim kitaba.
Zaman zaman bir gezi kitabı tadına da alabileceğiniz "Sen Vatan Haini misin, Baba?" başka ülkeleri, o ülkelerin insanlarını tanıyan birinin deneyimlerinden yararlanmak için iyi bir fırsat.
Kitabın sayfaları arasında bazen Almanlarla bir birahaneye dalıyor, bazen İspanyollarla birlikte flamenko yaparak haksızlıklara başkaldırıyor ya da Portekiz'de bir meyhanede fado dinleyerek hüzünlenebiliyorsunuz biliyorsunuz. Ama en önemlisi Türkiye'yi ve Türk insanını görüyorsunuz. Uzaktan ve çok yakından...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder