Sosyal demokrasinin bir siyasal düşünüş biçimi ve yöntemi olarak siyasal tarih içinde oynadığı rol, üstlendiği işlev, geçirdiği dönüşümler Türkiye'de yeterince bile değil hemen hiç bilinmemektedir. 'Reel' bir sosyal demokratik geçmişe sahip olunmaması, tarihinin çok önemli bir bölümünde Avrupa sosyal demokrasisinin dayanağı olan Marksist geçmişin yadsınması bu gelişmede önemli olan etkenlerdir. Bununla da kalınmamış, o miras, Türkiye'de bütünüyle yok sayılmıştır. Türkiye sosyal demokrasisi yerel tarihsel ilerlemecilik akımlarıyla bütünleşmeyi yeterli saymış, başta Kemalizm olmak üzere büyük toplumsal dönüşümlerin kalıtını üstlenmiş ve o çerçevenin dışına çıkma olanağını her defasında yitirmiştir. Bu konudaki temel değerlerin oluşturulması için dünyada yaşanan atılımlar görmezden gelindiğinden bugün Türkiye'de bu alanda siyaset yapanların da üretenlerin de ciddi eksiklerinin olduğu yalnız teslim edilmesi gereken bir gerçek değil, bu siyasetin yaşadığı krizin en önemli belirleyicilerinden de birisidir.
Oysa, Batıda, 19. yüzyılın sonundan başlayarak, bu siyaset bir düşünsel yönelim olarak da, bir büyük siyasal süreç olarak da hemen her aşamada etkinliğini ortaya koymuş, kendisini kanıtlama olanağını bulmuştur. Özellikle sosyal demokrasinin kurucu ülkesi sayılabilecek Almanya'da, bu atılımlar daha da erken bir tarihte, 19. yüzyılın ortalarında başlamıştır. Eğer 1848 gibi bir tarih eksen alınacak olursa ve eğer sosyal demokrasinin çok uzun bir süre tek ve temel dayanağı olan işçi hareketiyle birlikte düşünülürse, yalnız Almanya'da değil, örneğin Fransa'da da bu edimin bu bağlamdaki güçlü varlığından söz açılabilir. Kaldı ki, 1848 tarihi Avrupa'da büyük devrimci dönüşümlerin başladığı bir tarihe tekabül etmektedir ve hiç kuşku yok ki, bu sürecin arkasında aynı yıl yayımlanmış olan Komünist Manifesto ve yüzyılın sonuna doğru yayımlanacak olan Kapital vardır. Bununla birlikte, Alman sosyal demokrasisinin partileşme tarihi olarak Eisenach programının yazılış, yayımlanış tarihi olan 1869 alınabilir. Bu tarihten başlayarak İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar sürecek olan uzun dönemde sosyal demokrasinin Marksist düşünceyle, derin, sancılı ve üretken hesaplaşması ortaya çıkar. Unutmamak gerekir ki, Marx'ın önemli düşünsel açılımlar ortaya koyduğu eleştirilerinin önemli bir bölümü Alman sosyal demokrasisinin Gotha ve Erfurt programıyla ilgilidir.
Bu tarih, ileride yeniden dönülecek olmakla birlikte, hemen belirtilmeli ki, Türkiye'de temel kaynaklar, metinler, tartışma savları olarak da meçhul ve kayıptır. Örneğin, 1980 öncesinde Marx'ın ve Engels'in, Gotha programı (1875) üzerine yazdığı eleştiriler yayımlanmış, bu kitabın (K. Marx, F. Engels: Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, 1976) arkasına da her iki program eklenmişti; fakat, bundan bir adım öteye de geçilmemişti. Oysa, bilindiği üzere, Almanya Sosyal Demokrat Partisi, 1869 Eisenach programından başlayarak '1989 Almanya Sosyal Demokrat Partisi İlkeler Programına kadar, aradan geçen 120 yılda çok çeşitli programlar oluşturmuş, dönüşümler yaşamıştır. Bu metinlerin tümü tarihsel planda da, siyasal etkinlik düzleminde de son derecede önemli, üstünde mutlaka durulması, düşünülmesi gereken çalışmalardır. Ne var ki, hemen hiçbirisi, şimdi elimizde tuttuğumuz, Kavukçuoğlu'nun, Karl Marx'tan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi başlıklı kitabından önce Türkçede yayımlanmamıştır.
Deniz Kavukçuoğlu'nun kitabının ilk önemi buradan kaynaklanmaktadır: Bu kitap, 1869-1989 yılları arasında Almanya'da sosyal demokrasi zemininde ortaya çıkmış tüm tartışmaları, tüm dönüşümleri söz konusu etmekte, irdelemekte, bu açılımları eleştirileriyle birlikte değerlendirmektedir. Bu süreçte ortaya çıkarılmış, kaleme alınmış belli başlı tüm belgeler kitapta eksiksiz bir biçimde yer almaktadır. Kitap, bu yanıyla yalnızca Almanya'daki sosyal demokrasinin gelişimine ışık tutmakla kalmamakta, sosyal demokrat düşüncenin hazırlık, gelişme, yükseliş, arayış dönemlerindeki olgulara da derinlemesine bir bakışla eğilmektedir. Almanya'da Sosyal Demokrasi, bu yanıyla Marxist köken sorunsalından etikçi bir sosyalist anlayışına gelene kadar hemen tüm evreleri ele almakta, dolayısıyla da bir sosyal demokrasi projesinin dayanaklarını gözler önüne sermektedir.
Kavukçuoğlu, kitabını, bu konudaki yorum çabalarına koşut bir biçimde altı bölüm halinde düzenlemiştir: "Alman İşçi Hareketinde İlk Örgütlenmeler, Alman Sosyal Demokrasisinin Partileşmesi ve Parti Programları, Alman Sosyal Demokrasisinin Marksist Dönemi, Nasyonal Sosyalizm ve Sonrası, İkinci Dünya Savaşı Sonrası Alman Sosyal Demokrasisi, İşçi Sınıfı Partisinden 'Halk Partisi'ne" başlıklarını taşıyan bölümler, süreci günümüze ulamaktadırlar.
'Önsöz'de, "Almanya Sosyal Demokrat Partisi bir 'program partisi'dir" (s. 9) diyen Kavukçuoğlu, bu dönüşümleri soyut bir tarihsel zamandizin içinde ele almaktan ziyade ortaya koyulmuş tartışmaların somutlanış düzlemleri olan programlar çerçevesinde izlemektedir. Gene 'Önsöz'de de vurgulandığı üzere, bu programlar "özgün çeviriler ve eksiksiz metinler" halinde okuyucuya aktarılmaktadır. Bu yanıyla kitap, Türk sol düşünce tarihinde bir yapıtaşı, bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Kitabın bir ileri adımı da gene bu dönemler içinde yapılan seçim sonuçlarının niceliksel dökümlerinin verilmesi, oy dalgalanmalarının ve özellikle sol kesimdeki oy kaymalarının gösterilmesidir.
Kavukçuoğlu'nun yapıtından da izlenebileceği ve yukarıda da bir nebze değinildiği üzere, Almanya Sosyal Demokrat Partisi'nin tarihi üç büyük eksende gelişmiştir. Donald Sasoon'un, yakınlarda yayımlanan büyük yapıtı Sosyalizmin Yüz Yılı: Yirminci Yüzyılda Batı Avrupa Solu'nda da gösterdiği gibi (One Hundred Years of Socialism: The West European Left in the Twentieth Century, The New Press, 1996), bu akslar Marksizm, sonrası ve 1970'lerde ortaya çıkan dönüşümlerdir. Bu eksenler aslında yalnız zikredilen partinin değil bütün Avrupa meşruiyetçi, parlamenter solunun ana gelişme akslarını da oluşturmaktadır.
Burada, özellikle son yıllarda ortaya çıkan bir diğer gelişme izleğinden de söz açılabilir. O da, küreselleşmenin getirdiği yeni siyasal durum ve sol kültürün bu sürece eklemlenme çabasıdır. Gene editörlüğünü Donald Sasoon'un yaptığı henüz yayımlanmış bir kitapta (Donald Sasoon (ed.): Looking Left: European Socialism After the Cold War (London, New York OI. B. Tauris Publishers, 1997) gösterildiği üzere bu dönemi siyasetin bir belirsizlik durumuna tekabül etmekte, yeni siyasal kavramlarla sol arasında belli bir denge kurulmasına çalışılmaktadır. Hiç kuşku yok ki, bu dönemin en önemli belirleyicisi İngiltere İşçi Partisi'nde yaşanan dönüşümler, o partinin iktidara gelmesi ve şimdi o konumda sergilediği etkinliklerdir. Bütün bunlar yeni bir sol mantığın oluşturulması için ve oluşturulan yapının çözümlenebilmesi için ayrıntılarıyla ele alınması gereken olgulardır.
Eğer bir ölçüde de Kavukçuoğlu'nun kitabında özel bir önem vererek ele aldığı sosyal demokrasi pratiği etrafında konuşulacak olursa ilginç bir noktaya değinmek gerekir. Bu bağlamda, sosyal demokrasinin Marksizmle büyük kopuşunu yaşamasından ve Marksizmin revizyonist kanadı olarak siyaset ortamına ağırlığını koymasından sonra özellikle Almanya'da oluşan ciddi bir gelişmeden söz açmak uygun olacaktır. O da, bu partinin tarihinin çok önemli dönemlerinde büyük siyasal güçler elde etmesine karşın onları kullanamaması ve Almanya'nın da dünyanın da 'makûs' talihinin ortaya çıkmasında zımni ya da açık rol oynamasıdır. Kavukçuoğlu, kitabında bu durumu 'esef'le saptamaktadır: "Siyasi ve toplumsal gelişmelere gerektiği anda ve gereken yöntemlerle müdahale edememek, Alman sosyal demokrasisinin ve sendikacılığın karakteristik bir özelliğidir" (s. 45). Kavukçuoğlu bu saptamayı yaptıktan sonra özellikle kuruluş yıllarında ASDP'nin başarısızlığını şöyle bir nedene bağlamaktadır: "Parti ve sendikalar birer dev kuruluş olarak emperyalist güçler arasındaki dengelerin bozulmadığı, büyük toplumsal ve siyasi çatışmaların ortaya çıkmadığı koşullarda, salt dev görünüşlerinin etkisiyle emekçiler adına egemen güçlerden birçok taviz koparabilmeyi başarmış, fakat doğan her toplumsal ya da siyasal bunalım, bu görünüşlerinin ardında ne denli bir teslimiyetçiliğin gizlendiğini ortaya koymuştur" (s. 45).
Sosyal demokrasinin kuruluş yıllarında ortaya çıkan bu durum, özellikle Weimar Cumhuriyeti'nden Nasyonal Sosyalizme giden dönemde dramatik bir sonuçla iç içe geçmiştir. Almanya'nın en güçlü partisi bu dönemde iktidarı, basiretsizliğinin sonucunda Hitler'e teslim etmekten kaçınamamış, ondan sonra da hatalarını sürdürmüştür. Kavukçuoğlu'nun bu oluşuma dönük yorumu ise şudur: "Alman işçi hareketinin iki temel siyasi örgütünün yanlışları ve aralarındaki düşmanlıklar Orta Avrupa'nın en önemli ülkesinde nasyonal sosyalizmin zaferini mümkün kıldı" (s. 97). Kavukçuoğlu, bu sürecin nasıl bir kıt görüşlülüğe dayandığını kitabın ilgili bölümünde çözümlemektedir.
Her şeye karşın, büyük geçmişi, siyasal deneyim birikimiyle SPD, savaşın içinde ve ertesinde kendisini toplamıştır. Partinin ikinci çıkışı, 1959 yılındaki Bad Godesberg programıyladır. Bu program, sosyal demokrasinin ikinci büyük atılımını ortaya koyar. Kavukçuoğlu'nun kitabında çok önemli bir saptama bu gelişmeyle ilgilidir.
Kavukçuoğlu, Bad Godesberg programını eleştirirken "bu program Hıristiyan Demokratların ya da Hür Demokratların temel programlarıyla kıyaslandığında, özellikle ekonomiye ilişkin bölümlerde önemli bir farklılık göstermemektedir" (s. 239) demekte, "Ekonomi politikasında olduğu gibi iç politikada da SPD tercihini kapitalist toplum düzeninden yana yapmıştır," diye eleştirisini netleştirmektedir. Fakat Kavukçuoğlu'nun bu saptamasından daha da önemli bir saptaması SPD'nin bu sonuca giden yoldaki temel dönüşümüdür. Yazara göre, SPD, Marksist geçmişini 1959'da değil, daha 1947 Zigelhain Kültür Konferansı Kararı'ndan başlayarak reddetmeye koyulmuştur. Onun yerine "bundan böyle sosyalizmin kaynakları açıklanırken Marx'ın tarih ve toplum öğretisi, 'Hıristiyan ahlâkı' ve 'Avrupa hümanizmi'nin yanı sıra ve biraz çekilerek anılacaktır" (s. 162). Gene Kavukçuoğlu, bir adım ötede de 1942'lerde başlayan bir gelişme doğrultusunu izleyerek "Carlo Schmidt ve onun gibi düşünenlerin de 'etik sosyalist' tasarımlarıyla pragmatik-çoğulcu bir halk partisinin programatik temelleri atılmıştır," (s. 219) diyerek ilginç bir yorum ortaya koymaktadır ve hiç kuşku yok ki, Almanya'daki sosyal demokratik siyaseti bugüne bağlayan da bu çizgi ve doğrultu olmuştur.
Sosyal demokrasinin temel dönüşüm süreçlerinden birisi de 1970'lerde ortaya çıkmıştır. Bu yıllarda gelişen 'yeni toplumsal ve siyasal hareketler'in zorlamasıyla sosyal demokrasi özellikle Kuzey Avrupa ülkelerinde uygulanan 'komuta ekonomisi' anlayışından vazgeçmiştir. Devlet güdümlü, merkezli ve denetimli bir siyasetin daha toplum ağırlıklı bir siyasete doğru açılması, yalnızca etkisi bugün de süren bir sosyal demokrasi anlayışı geliştirmekle kalmamıştır. Bu eylem sol düşünceyi bütünüyle yenilemiş, ardından Sovyetler Birliği'nin çökmesine yol açmış ve nihayet bugünkü tartışmalara da kaynak olmuştur. Kavukçuoğlu'nun kitabında 1959 sonrası 1989'a bağlanmakta ama aradaki bu dönem yeterli bir ayrıntıyla ele alınmamaktadır. Ne var ki, 'Önsöz'den anlaşıldığı kadarıyla Kavukçuoğlu bu dönemi daha sonra bir başka çalışmasında irdelemeyi öngörmüştür. (İlgilenenler için bu konuda ilginç bir kitap da şudur: Leslie Holmes: Post-Communism: An Introduction, Cambridge: Polity Press, 1997)
Kavukçuoğlu'nun kitabı, kuşkusuz sol düşüncenin sağlam bir temel üstünde tartışılmasında büyük bir emek ve çaba ürünü olarak karşımızda durmaktadır. Ne var ki, kitabın daha sonraki baskıları yapılırken gözden kaçırılmaması gereken birkaç hususa da burada değinmek gerekir. Bunların ilki, yukarıda değinilen husustur. Eğer öteki ülkelerde ortaya çıkan sol gelişmelerden de bir ölçüde söz edilebilseydi, kitabın kapsadığı dönem ve saptadığı gelişmeler daha geniş bir perspektif içine oturtulabilecekti. Bu bağlamda özellikle Enternasyonaller ve bildirgeleri çok önem kazanmaktadır. Bu söylediğim, kuşkusuz kitabın, bir ülkenin özgül bir partisine dönük bir monografinin olanak verdiği ölçüde ele alınmasıdır. İkincisi daha 'teknik' hususlardır. Onların başında da kitapta bir dizinin bulunmayışı gelmektedir. Çok isimli ve kavramlı bir kitapta, bu kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmelidir. Diğer bir husus şudur: Kitapta birçok özel isim ve kısaltma geçmektedir. Bunları kapsayacak dikkatli bir 'kısaltmalar listesi' kitabın başına mutlaka eklenmelidir. Nihayet tarihsel süreci izlemeyi kolaylaştırmak üzere kitabın sonuna ya da başına mutlaka bir 'zamandizin' (kronoloji) eklenmeli ve gelişmeler orada gösterilmelidir.
Gramsci, "bir partinin tarihi aynı zamanda bir ülkenin tarihidir" diyordu. Kavukçuoğlu'nun kitabı gerçekle örtüşmektedir. Ne var ki, kitap Almanya'nın özgül oluşumlarını biraz daha ayrıntılı bir biçimde gözden geçirebilir. Bu, kitabın bir eksiği değil, Türkiye'nin artık ertelenemez bir gereksinimidir. Şayet, İngiltere İşçi Partisi'nden başlayarak öteki ülkelerin sol tarihlerinin de bu şekilde kapsamlı bir irdelemesi yapılırsa herhalde Türkiye'nin sosyal demokrasinin 'bebeklik' evresinden kurtulması biraz daha kolaylaşacaktır. Kavukçuoğlu'nun yapıtı bu doğrultuda atılmış anıtsal bir ilk adımdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder