5 Haziran 2008 Perşembe

Komik Şeyler Yazmak, Öykü, Can Yayınları, 2007, 2. Basım

"Evet, neden olmasın? Aslında gülünecek bir hayattı onunki. Yalnızca kendi hayatı değil, yetmiş üç yıllık hayatına giren tüm insanlar; o insanların hayatları da komikti. Albay babası, Paşa amcası, kayın pederi, onların eşleri, Günnur... tümü de yalnız yaşanmış hayatların gülünç figürleriydi. Birden gülmeye başladı. Ne zamandır ilk kez böylesine içten, böylesine yüksek sesle gülüyordu..."
Deniz Kavukçuoğlu, 'Canım Acıyor Baba'dan sonra yeni bir öykü kitabıyla okurlarıyla buluşuyor. Okurlarımızdan büyük ilgi gören Kavukçuoğlu, Komik Şeyler Yazmak adını verdiği bu kitapla birlikte öykü dünyamıza kalıcı bir biçimde girmiş oluyor. Okuyunca göreceksiniz, etkileyici bir gözlem gücü, unutulmaz bir duyarlılığı, güzel bir Türkçesi ve yürek burkan öykü kişileri var Kavukçuoğlu'nun.
(Arka kapak yazısı)


Ben-olmayan`la yaşamak

NALAN BARBAROSOĞLU (Arşivi )'nden


Deniz Kavukçuoğlu , Komik Şeyler Yazmak adını taşıyan öykü kitabıyla on üç öyküsünü bir araya getiriyor. On üç öykünün de düğüm noktasını, farklı hayatların öznesi olan, birbirini tanıyan ya da tanımayan insanların karşı karşıya geldiği, yollarının kesiştiği an ve durumlara odaklanmak oluşturuyor. Bu karşılaşma anlarında, benzerliğimiz ve benzemezliğimiz karşıtlığında öykülerini kuran Kavukçuoğlu , okuru adeta bir portreler galerisinde gezdiriyor.
Deniz Kavukçuoğlu öykü kişilerinin kurdukları küçük bir cümle ya da küçük bir göz kaçırma hareketi toplum içindeki duruşlarının, hayat karşısındaki duygularının da birer ifadesi... Öykülerinde betimleyici bir anlatımı tercih eden Kavukçuoğlu , gerektiğinde geçmişi yaşanan ana taşıyor. Toplumsal ve bireysel yaşantıların toplamından süzülmüş özneleri şimdiki anda (yazılan anda) buluşturan yazar, öykülerin duygu fonuna vurgu yapmadan, sonuçta ortak noktası `hüzün` olan öyküleri bir araya getirmiş kitabında.

Komik, komiği dışlayan duruşta!

Kitaba da adını veren `Komik Şeyler Yazmak` öyküsü, neden `komik şeyler` yazamayacağını fark eden bir yazar dünyasıyla baş başa bırakıyor bizi. Dayatılmış bir hayatın, sınırları çizilmiş eylemlerin, siyah ve beyazların keskinliğinde değerlerle, tartışılmaz kurallarla sürdürülen, statik bir yaşam algısıyla örülmüş, kendi deyimiyle `kupkuru yıllar`ın öznesidir Süleyman Akçalı ... Bir hukukçu ve bir dışişleri bürokratı. Yıllar geçmiş, nasıl bir hayat istediğini düşünmek, aklının köşesinden bile geçmemiştir. Süleyman Akçalı , birçoğumuz gibi, geçmişe kuşkulu bir bakış atmadan, şimdinin gerçekliğini hissetmeyi umursamadan, geleceğe ilişkin uçucu bir hayalle başı dönmeden verili olanı kabullenmiştir, sunulanı tartışmaksızın güvenli yaşamaktan yana bir sıkıntısı olmamıştır. Belki zaman zaman bir mutsuzluk duygusu gelip yapışmıştır yakasına ama hayat da bu kadar bir şey değil midir zaten! `Türlü türlü insan`, `farklı hayatlar` elbette bir fikir olarak vardır Süleyman Akçalı `nın kafasında... Ama sadece bir fikir olarak. Başkalığın ve farklılığın duygusu hiç geçmemiştir, geçememiştir içinden. Yaşadığı hayatın gerçekliğiyle, kitap fuarındaki imza gününde bir öğrencinin okuyabileceği, komik kitaplar yazmasını istemesiyle yüzleşir Süleyman Akçalı . Ve sonunda hayatındaki komiği komik hiçbir şeye yer vermeyen ciddiyetinde bulur: "Aslında gülünecek bir hayattı onunki. Yalnızca kendi hayatı değil, yetmiş üç yıllık hayatına giren tüm insanlar; o insanların hayatları da komikti. Albay babası, Paşa amcası, kayınpederi, onların eşleri, Günnur... tümü de komik yaşanmış hayatların gülünç figürleriydi. Birden gülmeye başladı. Ne zamandır ilk kez böylesine içten, böylesine yüksek sesle gülüyordu."
`Komik Şeyler Yazmak` öyküsünü bir yandan sivri köşelerini törpüleyemediğimiz hayatımızın bir parodisi olarak da okuyabiliriz. Benliğini verilen hayatın üstünde inşa ettiği için bir türlü bir ben olamayan, bu yüzden bir gelecek tasarımına da sahip olmayan, hayatı/hayatını dönüştürmek yerine verlii alana sıkı sıkı tutunanların trajedisidir yazılan.

Bu trajedi, aynı kitapta `Bir Yeni Yıl Sabahı` öyküsünde daha da boyutlanır, kendinden başkasını görmemekte direnenlerin, kendi kültürel değerlerinden başka değerleri yok sayanların hayatına uzanır. Doğma -büyüme İstanbul /Kurtuluşlu Berber Agop `la, Erzincan köylerinin birinden göç edip İstanbul `da önce kapıcılık yapan, sonra bakkallığa başlayan Recep `in hikâyesidir. İki komşu esnafın taşıdığı farklı kültürel değerler kendiliğinden bir çatışmayı da içinde barındırmaktadır. Bir yılbaşı sabahı geleneklerinin ritüellerinden eşikte nar patlatarak dükkânına ve kapısının önüne nar taneleri saçan Agop `la huysuz Recep arasında geçen tartışma, iki komşunun ilişkilerinde bir dönüm noktası olur. Huysuzluğunun yanı sıra Ermenilere karşı önyargılarla dolu geçimsiz Recep `in sataşmalarını genelde hep alttan alan Agop , o yılbaşı sabahı kendini tutamaz ve komşusuna cevap verir. Recep `in dünyadaki tüm Ermeniler`in temsilcisi olarak gördüğü, "Bu topraklarda yaşayan herkes, kökleri geçmişe uzanan büyük acılar taşırdı içinde, bunları deşmenin kime ne yararı olurdu ki?" diye düşünen Agop `un cevabı, Recep `i önyargılarıyla da yüzleştirecektir. Ve yeni yıl sabahı, Recep `le Agop `un ilişkilerini de yenileyecektir.


Kitaptaki `Levon Amca`, `Madam Katina ` öyküleri de `Bir Yeni Yıl Sabahı` gibi cumhuriyetin başlangıcından günümüze toplumsal olaylarla yerlerinden yurtlarından edilen azınlıkların hayatlarından birer örnek... Deniz Kavukçuoğlu , genelde hayatlarına bir boşluğa bakar gibi bakmayı tercih ettiğimiz insanları hikâye ederken, önyargıların dehlizlerinde kendimizi rahat hissettiğimiz bakış açılarını gözden geçirmeye davet ediyor okurunu; insanları farklılıklarında bile buluşturan değerlere ışık tutuyor.

Kitabın diğer öyküleri, `Cevriye Hanım`, `Kurmay Tevfik `, `Kapıcı`, `Şarkıcı`, `Kuaför`, `Ortaköy `de Bir Gün`, `Kuyruklu Piyano`, `Özgüven` ve `Yerdeki Adam`da gündelik hayatın farklı gerçekliklerini öyküye taşıyan Deniz Kavukçuoğlu , öykü kişileriyle arasına mesafe koyarak yazmayı seçen , öyküsel gerçekliği bu mesafede kuran yazarlardan. Bu mesafe sayesinde öykü kişilerinin zaaflarına da, metanetleri gibi eşit mesafeden bakarak hikâyelerine sahicilik kazandırabiliyor. Olay örgüsünde boşluk bırakmadan anlatmayı seçen Kavukçuoğlu , öykülerinin aydınlanma anından sonra da okurdaki `merak` dürtüsünü öykü sonuna kadar canlı tutuyor.


Komik Şeyler Yazmak`taki öyküler, yaşadığımız coğrafyada kolektif bilinçaltımızı besleyen hüzünlerimizin bir dökümü adeta... Ben-olmayanları dışlamaya, kendimize benzemeyeni yok saymaya eğilimli yanımızla bir kez daha yüzleşmek, hayat algımızda sağduyuya yer açmak için iyi bir fırsat.

(Radikal Kitap Eki)


4 Haziran 2008 Çarşamba

Canım Acıyor Baba, Öykü, Can Yayınları, 2006, 3. Baskı




Arka Kapak Yazısı:

"Akşamüstü karın gelecek, belki o da sevişmek isteyecek. Ne kadar bastırmaya çalışsak da vicdanımız bizi rahat bırakmıyor. Böyle bir günün akşamında, aldatmanın ve cinselliğin hazzını tattıktan sonra senin karına, benim kocama 'hayır' dememiz olanaksız, buna vicdan dediğimiz şey elvermeyecek. Onları mutlu edeceğiz, onların mutluluğu bir bakıma bizim birlikte yaşadığımız hazzın verdiği mutluluğun bir uzantısı."

Deniz Kavukçuoğlu'nun yeni kitabı Canım Acıyor Baba, yazarın on üç öyküsünü bir araya getiriyor. Kavukçuoğlu'nun son derece yalın, sıcak bir dili var. Sıradan insanın hayatından alınmış, her biri özel bir gözlem gücü gerektiren bu öyküler kimi yönleriyle buluşuyor: İlk aşkların, cinsel deneyimlerin verdiği yürek çarpıntısı, aldatmalar, unutulmaz beraberlikler, akıl yitimleri, vicdan azapları ve insani arızalar. Elinizden bırakamayacaksınız."

Kitap Hakkında Yorumlar:



Doğan Hızlan, Hürriyet, 4 Kasım 2006






DENİZ KAVUKÇUOĞLU'NUN OLAĞANÜSTÜ GÖZLEMLERİ




Deniz Kavukçuoğlu'nun öyküleri, bir yazarın derin gözlemlerinin yazıya neler kazandırdığını gösteriyor.İnsan ilişkilerinde dikkatimi çeken öğelerden biri, ironidir.


Mor Kábus, kadın-erkek ilişkisindeki tutkuda, tavizle, sevginin arasındaki gelgitleri anlatıyor. Başta olağan karşıladığımız davranışlar bizi sardıktan sonra, özgürlüğümüz mü hatıra gelir, yoksa teslimiyet duygusu mudur bizi rahatsız eden, bu öykü ikilemde bırakıyor.Öykü kahramanlarının beni etkileyen bir yanı da, yalnızlıkları, tutunmak için kendilerine yapay da olsa bir aşk yaratan insanlar olması. Trajik bir erotizm, öykülerin çekici özelliklerinden biri.


Mefharet Abla'daki bir bölüm kitabın bende bıraktığı izdüşümü destekliyor: "Gelin, birlikte o dönemin, 1950'li yılların İstanbul'unu kısaca anımsayalım. Kısıtlı, eksik hayatlar yaşadığımız, belki de yaşadığımızı sandığımız o İstanbul'u. Liselerde erkeklerin kızlardan ayrı okuduğu, annelerin kızlarının masumiyetleriyle övündükleri, babaların namusu kızlarının bekáretiyle özdeşleştirdikleri, her kız abisinin başlı başına bir 'belá' olduğu o İstanbul'u."




Canım Acıyor Baba, sevdiğim bir öyküsü. Deniz Kavukçuoğlu, diliyle, anlatımıyla, öykü sanatındaki ustalığıyla dikkatimi çekti.





bildirgec.com'dan




Cinsel öğeler barındıran, cinsel deneyimleri aktaran metinler kaleme almak, zordur. Yazarken farkında olmazsınız, bir de bakarsınız öykünüze sadece bir araç olarak misafir ettiğiniz cinsellik, cümlelerinizi esir alıverir. Sıradanlığa kayıverir, öykü. Cinselliği basite kaçmadan anlatmayı başarmış Deniz Kavukçuoğlu, yeni öykü kitabı “Canım Acıyor Baba”da.




On üç öyküden oluşan kitap, modern kadın-erkek ilişkileri üzerine odaklanan “Mor Kâbus”la açılıyor. Aniden başlayan, ne zaman başladığı gibi ne zaman bittiği de anlaşılamayan garip bağlılıklar. İki kişilik yalnızlıklar. “Mor Kâbus”un konusu o kadar yoğun ve canlı ki, akıp götürüyor insanı ister istemez. Tek problemiyse, bütün öyküye yedirilemeyen, bir yerde toplanan tasvirler (Buket’in tanıtıldığı kısım).

“Yalan”, cep telefonları, iletilerle dolu ilginç bir öykü. İşte modern öykü diye bir tür varsa, Kavukçuoğlu’nun bu ilk iki öyküsü, o tür içinde ele alınmalı. Durum ağırlıklı değil hep olay ağırlıklı öyküler yazıyor, Kavukçuoğlu. 1997 yılından beri düzenli olarak Cumhuriyet gazetesinde okuduğumuz yazar, dil duyarlılığı ve sözcük seçimleriyle de ustalığını gösteriyor. “mesaj” sözcüğü yerine “ileti” sözcüğünü kullanması bile Türkçe yetkinliğini kanıtlıyor.

“Mefharet Abla”, yeni yetmeliğin on yedi yaşında, bir genç delikanlının cinsel içerikli rüyalarında geziniyor. Yazarın akıcı biçemi, bu öyküde de kendini gösteriyor.

Kitaba ismini veren “Canım Acıyor Baba”, en çok ismi yüzünden puan kaybediyor. Çünkü öykünün ismi, konusunu apaçık belli ediyor. İlk öyküyü okuduktan sonra önümüzde bir ensest öyküsü olduğu, ortada. Oysa tüm yazarlar ama belki de en çok öykü yazarları, öykülerine isim koyarken dikkatli olmalılar. İsim, öykünün gizemini kesinlikle korumalı.


Özellikle “Ayrılık”ta yazarın bir başka problemi su yüzüne çıkıyor: Kavukçuoğlu’nun karakterleri, yanlı çizilmişler yani tek taraftan bakılarak ortaya konmuşlar. Hep kadınlar haksız. Hep kadınlar cinsel yönden yeni tatlar arıyorlar. Oysa ilişkiler, cinsel zayıflıklar ve güdülere yenilmekten bahsedilecekse, karakterler her iki cinsin bakış açısını da yansıtabilmeli. Ahmet Ümit çok haklı, bir yazar çift cinsiyetli düşünüp yazabilmeli. Kadınların aldatma, farklı erkekleri tanıdıkça deneyim kazanıp kocalarını daha mutlu etmeleri üzerine neredeyse aynı cümleler birkaç defa yinelenmiş.

“Arka Bahçe”yi okurken, daha önceki “İntikam”ı sanki bir defa daha okuduğumuzu duyumsuyoruz. Öykü, tek cümlede atmosferine buyur etmeli okurunu. Merak duygusu ile cümlelerin yoğunluğu içinde kaybolup gitmeli, okur. Karakterleri iz bırakmalı; okuduktan sonra, sayfalardan çıkarak ayaklanıp boğazımıza yapışmalı, öykü karakterleri. Yaşamalılar. Füruzan’ın öykülerinde olduğu gibi, örneğin.


Deniz Kavukçuoğlu’nun son öykü kitabı “Canım Acıyor Baba” basıldığı ay içinde ikinci baskısını yaparken, Füruzan’ın öykü kitapları raflarda eskiyor, buna ne dersiniz? Cinselliği hâlâ tabu olarak gördüğümüzden olabilir mi?


***



Öykü Kahramanlarında Erotizmin Trajik Yüzü, Üstün Akmen
Gözlemevi-Evrensel Gazetesi


“Deniz Kavukçuoğlu’nun ilk kitabı 1998 yılında Can Yayınları arasında yayınlanmıştı, başlığı: ‘Deniz Bitti’. 68 kuşağı olarak yazarın dağarcığındaki, acısıyla tatlısıyla anımsadıklarımız vardı ‘Deniz Bitti’de. Okurken düşünmüştüm: Neler yaşamışız meğer! Onun, otuz yılı yurt dışında geçmişti. Türkiye'nin uzağında, ama her gün yurdunu soluyarak yaşadığı uzun yıllar içinde iyisi kötüsü, dostu düşmanı ile birçok insan tanımıştı. Bunlar vardı “Deniz Bitti”nin özünde.

1998’de titiz, ayrıca oylumlu araştırması ‘Sosyal Demokraside Temel Eğilimler’i ben yayınladım. O tarihte Cumhuriyet Kitapları editörüydüm ve dosyayı okurken, okura Türkiye'deki siyasal partileri karşılaştırma, değerlendirme olanağı verecek bir kitap olarak değerlendirdim eseri. Kendini ‘sosyal demokrat’ olarak tanımlayanlar, yanı sıra ‘demokratik sol’da olduğunu savunanlar için bulunmaz bir kaynak olacaktı bu kitap. Yayına hazırlanırken, hem ‘sosyal demokrat’larımızın, hem de ‘demokratik sol’da buluşanlarımızın, bu yapıttan kopya çekme olasılıklarını keyifle düşlemiştim. Düşüm gerçekleşti mi diye ne siz sorun, ne de ben yanıt arayayım.

2002’de, Doğan Kitap’tan ‘Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?’ ile çıkageldi. Kendi yaşamöyküsüydü ‘Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?’. Bu anı kitabını (aynı yayınevinden) ‘Zarife’ izledi. Bir uzun öyküydü Zarife ve Deniz Kavukçuoğlu’nun edebiyata ‘bulaşacağını’ muştular nitelikteydi. Gelecekle ilgili özlemlerini gerçekleştirmek için yolunu değiştiren Zarife'nin öyküsü, akıcı bir biçemle, rahat bir anlatım yolu yeğlenerek öykülenmişti. Aynı yıl, gene Doğan Kitapçılık’tan çıkan ‘Sen Vatan Haini misin, Baba?’, siyasal düşüncesi ve çabası dolayısıyla memleketinden ayrı yaşamak durumunda bırakılmış bir aydının acı-tatlı anılarının ‘Alageyik Sokağı Bir Liman mıydı?’dan arta kalanını kapsıyordu. Geçmiş zamanı, bir ‘gizli romancı’ ustalığıyla ‘bilgisayara’ almıştı Deniz Kavukçuoğlu. Sayesinde yakın tarihimizle bir kez daha yüzleştik, bir anlamda yakın tarihimizle ödeştik. ‘Kedisine cambazlık yaptırdığını sanan sahip aslında kedisine cambazlık yapıyordur’ özdeyişinden yola çıkarak hazırladığı ‘Kedi Gülüşü’ ise, kedilerle yaşamanın zor olmaktan öteye bir yaşam biçimi olduğunu anlatması açısından bana hayli ilginç gelmişti. Kitapta, benim kedi-köpek anekdotlarıma yer verilmişliğini de söylemeden geçmeyeyim, Kavukçuoğlu’na haksızlık etmeyeyim.

Şimdi tam burada, bildiğim gerçeğin Deniz Kavukçuoğlu’nun genellikle anılarından, yaşanmış olaylardan yola çıkarak yazmakta olduğunu söylememin zamanı. Genel anlamda yaşamdan seçilmiş kesitlerden oluşuyor Deniz Kavukçuoğlu’nun yazdıkları. Güçlü bir gözlem gücü var, ayrıntıları da iyi derliyor. “Canım Acıyor Baba”, Can Yayınları arasında piyasaya sunulunca ve kitapta on üç öykü bulunduğunu; konu olarak ilk aşkların heyecanını, cinsel deneyimlerin verdiği yürek çarpıntısını, aldatmaları, unutulmaz beraberlikleri, akıl yitimlerini, vicdan azaplarını ve insani arızaları konu aldığını arka kapakta okuyunca, iyiden iyiye meraklanmıştım doğrusu. Daha da kalmış mıydı anlatacağı yaşadıklarından? Kalmışmış demek. Yaşadıklarıyla yaşamadıklarını gözlem gücü pruvasında bir güzel harmanlamış, iyi de etmiş.

“Canım Acıyor Baba”yı okumaya başladığımda, yukarıda da söylediğim gibi, öykülerin gözlem gücüne dayandırılmasındaki beceriye doğrusu şaştım. “Mor Kâbus”ta, kadın-erkek ilişkisindeki tutkuda, tavizle, sevginin arasındaki gelgitler mükemmel anlatılmıştı. Kahramanların yalnızlıkları, tutunmak için kendilerine yapay da olsa bir aşk yaratan insanlar olması, ayrıca dikkatimi çekti. Gözlem gücünün fener ışığında, erotizmi trajediye dönüştürüyordu Kavukçuoğlu. İlgim, kitabın her sayfasında kabardı.

“Canım Acıyor Baba”yı okurken, nereden nereye bilemiyorum, sembolizm ve Art Nouveau'nun zarif bütünleştiricisi Avusturyalı Gustave Klimt’in (1862-1918) “Öpücük- The Kiss: 1907-08” tablosu düştü aklıma. Görmeyenleriniz, bu sayfada simgesel anlamda görecek, ben “Österreichisches Galerie Wien”de dakikalarca seyretmiştim yıllar önce. 180 x 180 cm bir tablo… Diz çöken kadını öpen erkek… Altınla onurlandırılmış… Çiçeklerden yapılmış bir yataktan yükselircesine…

“Mefharet Abla” öyküsünde, Munch'un sembolizm ve ekspresyonizm ile bütünleştirmesini de düşünmedim değil, ama “Ankara Ekspresi”ndeki Şeyda, Kavukçuoğlu’nun kendine özgü stilleri ile biçimlendi, figürler doğal olmayan renkleriyle biçimle bütünleşti. “İntikam”, Klimt’in tablosunu iyiden iyiye çağrıştırdı bana. “Hep Geride Kalmak”ta vazgeçilmez uyum ile yaratılan güzellik kavramı, sembolik dışavurumlar yansıtıyordu. Kitaba adını veren “Canım Acıyor Baba”, aşk deneyiminde benlik yitiminin etkileyici bir ikonu gibi belirdi karşımda. “Öpüşme” tablosunda, nasıl çiftin sadece yüzleri ve elleri görünmekteyse ve de geriye duygusal ve erotik olarak, fiziksel aşkın patlamalarını simgeleyen altının büklümleri ve renkli dikdörtgenler kalıyorsa, “Arka Bahçe”deki kadını aynı pozisyonda düşledim. Okuyunca bana hak vereceksiniz, eminim.

Kitabı bitirdiğimde, Deniz Kavukçuoğlu’nun “Canım Acıyor Baba”sında yazınsallaşan bedenlerin üç kategoride ele alınabilirliğini düşündüm. Anlatıcının bir “çapkın” olarak konumlandığı anlatılardaki “öteki beden”; anlatıcının ağzından üçüncü kişiyle aşk yaşayan ve hemen her zaman idealize edilen “kusursuz beden”; cinsel olanakları vurgulanmayan ve bu yüzden eksiklikleri gösterilen “kusurlu beden”. Bedenin erotik bağlam içinde yazınsallaşmasındaysa Kavukçuoğlu’nda dört boyut var. Alegorik, metaforik, örtük erotizm ile uç-anlatım. Üç kategori ve dört boyutu, kitabı nasıl olsa okuyacağınız gerçeğinden yola çıkarak açmak gereğini duymuyorum.

Özetlemem gerekirse, kitaba girmiş on üç öyküde de, her gün karşılaştığımız, belki de yakından tanıdığımız, tanıştığımız, hiç değilse rastlaştığımız insanlar var. Tolga Artun, Topal İsmail, Mefharet Abla, Seyfi Bey, Nezahat Hanım, Şeyda, Buket, Mine, Gündüz Akyel, Zühal, Nezahat Hanım ve diğerleri… Bunların tümü “bizim insanlarımız”. Cinsellikleriyle, çıplaklıklarıyla, günahlarıyla, zaaflarıyla, samimiyetleri ve samimiyetsizlikleriyle tanışlarımız.

Daha doğrusu yaşarken birbirimizden asla kopamadıklarımız, ayrılamadıklarımız…
***
Sıradan, Can Yakan Öyküler


Nuray Soysal
Tempo Dergisi



***

Radikal, 3 Kasım 2006

Deniz Kavukçuoğlu'nun 'Canım Acıyor Baba' isimli kitabı, yazarın on üç öyküsünü bir araya getiriyor. Sıradan insanın hayatından alınan bu öyküler ilk aşkların heyecanı, cinsel deneyimlerin verdiği yürek çarpıntısını, aldatmaları, öykü kahramanları için unutulmaz olan birliktelikleri, akıl yitimlerini ve vicdan azabı gibi birbirinden değişik konuları ele alıyor. Özellikle kitaba ismini veren öykünün kendine has bir tadının olduğu söylenebilir. Öykünün baba kahramanı Seyfi ve kızı arasındaki yaşanmışlıklar, babayı ölene kadar bir hesaplaşma ve vicdan azabını içinde bırakacaktır. Deniz Kavukçuoğlu'nun öyküleri, gerek dili ve gerekse işlediği olaylarla ilgi çekici.

***

Deniz Bitti, Deneme, Can Yayınları, 2007, 2. Baskı



Arka kapak yazısı:
İlk kez 1998 yılında yayınladığımız Deniz Bitti, tadına doyulmaz Türkçesi, son derece ilginç bilgi ve ayrıntılarla işlenmiş konularıyla okurundan ilgi görmeye devam ediyor. Deniz Kavukçuoğlu, Erdal Öz'ün deyimiyle,
"çektiği onca sıkıntıya, acıya karşın, müthiş bir keyif adamı. Her şeyde tat bulmasını, her şeyden zevk, keyif almasını çok iyi biliyor. "
Deniz Bitti'de, İstanbul'un kaybolan değerlerine, dostluğa, arkadaşlığa ve dostlarla yaşanmış güzel günlere, dünyamızın, kentimziin simgeleşmiş kişilerine, semtlerine ve binalarına, rengarenk denizimize; bütün korkunç bozulmalara ve talana rağmen ayakta kalmış, ümit veren nemiz varsa hepsine yazılmış güzellemeler bulacaksınız. Tadına doyulmaz bir Türkçe'yle yazan Kavukçuoğlu, Deniz Bitti ile, bir edebiyatçı, bir düşünce adamı olarak yaşadığımız olaylar karşsıında nasıl zaman zaman mizahla, zaman zaman öfkeyle tutum alınacağını gösteriyor.
Sema Uludağ, Radikal-Online, 31 Ekim 1998
Denize Dönük Yaşam

Deniz Kavukçuoğlu, denemelerini topladığı 'Deniz Bitti' adlı kitabında, çeşitli ülkelerden insanların yaşamını ve olaylara bakışlarını anlatıyor. Doğa ve özgürlük, denemelerin ana temasını oluşturuyor
"Kitabımın adını 'Deniz Bitti' koyduğum zaman kendi adımın da Deniz olduğunu aklımdan çıkardım, şimdi herkes 'Sen bittin mi?' diye soruyor."
Bu sözler Deniz Kavukçuoğlu'na ait. 'Deniz Bitti' isimli kitabı Can Yayınları'ndan çıkan yazar, bir buçuk yıldır çalıştığı Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan denemelerine ve yayımlanmamış iki anlatısına yer vermiş kitabında. 'Deniz Bitti', yazarın ikinci kitabı. Daha önce 'Karl Marx'tan Günümüze Almanya'da Sosyal Demokrasi' adlı araştırmaya imza atmış. Kavukçuoğlu'nun yazarlığının yanı sıra son derece ilginç bir yaşam öyküsü var. O bir 68'li ve 12 Mart 1971 darbesinden sonra yurttaşlıktan çıkarılan 25 bin kişiden biri. Türkiye'ye 1992 yılında dönebilmiş. altı yıldır da TÜYAP Genel Koordinatörü olarak çalışıyor. Yazdığı denemelerin bir çoğu bir romana konu olabilecek nitelikte, ancak Kavukçuoğlu roman yazmayı hiç düşünmemiş.
"Edebiyatçı olma gibi iddiam yok. Daha çok siyasi makaleler yazdım ve incelemeler yaptım. Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladıktan sonra üslup değişmesi oldu. Üslubun değiştiğini dostlar fark etti. Yazılarımın bir köşe yazısından çok bir deneme olduğunu söylediler. Bunlardan cesaret alarak başladığım çeşitli yazılar var."
'Deniz Bitti'nin okurları, yazarın yaşamına da tanıklık ediyor aslında. Kavukçuoğlu kimi zaman Türkiye'den, kimi zaman da yurtdışından bir anısını sunuyor. "Yurtdışında, Almanya'da yaşadım. Türkiye'ye gelemeyen, yurtdışında kalanlar için en hüzünlü mevsim yazdır. Herkes tatile gider. Öyle bir olanağım olmadığı için İtalya'ya, Portekiz'e, İspanya'ya gidiyordum. O da benim o ülkenin insanlarını yakından tanımama neden oldu. Çeşitli ülkelerden kesitler var." Sokaktaki insanın yaşamını kendine dert edinmiş Kavukçuoğlu. Müstehzi müstehzi gülümseyerek, "Büyük şeyleri herkes düşünüp yazıyor," diyor. Belli ki oturdukları yerden ahkâm kesenleri pek sevmiyor. "Büyük sorunlara büyük çözüm önerilerinde bulunmak gibi bir kaygım ve amacım yok. Feneryolu sabit pazarındaki bir balıkçının, Moda'daki bir eski kayıkhane sahibinin ya da yeni yetişen bir çocuğun ne düşünebileceğini yazıyorum. Yazılarımda doğa da çok önemli yer tutuyor. İnsanlar yaşamsal varlıklarına zemin teşkil eden kaynakları acımasızca yok ediyorlar ve utanmıyorlar. Boğaz'da ormanları ortadan kaldırıp, oraya bir villa yapıp, sonra da Boğaz'ı seyredenleri kastediyorum. Toplumun belli kesimlerinin ar damarı çatlamış."Deniz tutkunu bir insan Kavukçuoğlu, bu tutku yazılarına da yansıyor:
"Cihangir'de doğdum. Eski Cihangir'de aşağı yukarı bütün evler deniz görürdü. Biz deniz görerek büyüdük. Daha sonra Moda'ya taşındık. Bu sefer de okulum bu taraftaydı (Avrupa yakası), her gün vapurla gidiyorduk. O zaman insanlar denizden bu kadar uzak değildi. Şimdi her taraf beton. Sandal kiralayıp balığa çıkmak yok. Bu güzelim kentin insalarının denizle arasına betonların çekilmiş. Şimdi ise insanlar sırtları denize dönük oturuyorlar. Denize bakma alışkanlıkları bile kalmamış."